Shingeki no Kyojin Ne Anlatıyor: Şiddet, Ahlak, Seçim ve Ymir

İyi olmak nedir?
Buna değer mi?
Dünyayı değiştirebilir miyiz?
Dünyayı değiştirmeli miyiz?

Bu sorular ve nicesi, binlerce yıldır filozoflardan tutun sıradan insanlara, pek çok kişinin aklını meşgul etmiştir. Kimileri bunlara kendilerince cevaplar bulabilmiş, kimileri çözülemez olduklarını ilan etmiştir. Kimileriyse, gerçeğin ve doğrunun peşinde koşarken ömürlerini vermiştir. Aksi düşünülebilir miydi? Dünyadaki her bir insanın zihninde, “olan” ve “olması gereken” ayrımı vardır. Bu uğurda nice savaşlar verilmiş, insanlar öldürülmüş, intikamlar alınmış, ülkeler yakılmıştır. Onun için çabalasak da çabalamasak da, “olması gereken” her zaman için, daha üstün bir şey olarak değerlendirilmiştir. Ona derinden, kişiliğimizden ayrılmaz bir arzu ve özlem duyarız. Peki, farklı sosyal ve fiziksel koşullarda yetişmiş, farklı biyolojilere sahip, farklı insanlar tarafından geliştirilmiş ahlak anlayışları çarpıştığında ne olur? Bir ahlak anlayışı, başka bir tanesine daha üstün müdür? Bunu bilebilir miyiz? Dünyayı değiştirmeye çalışmak buna değer mi, yoksa bu uğraş tamamen boş mu?

Bu konu, bu kısa yazının kapsamını bir dağ gibi aşmaktadır. Ancak aynı zamanda oldukça alakalıdır çünkü Shingeki no Kyojin, bu dağın, soğuk ve kuytu bir köşesinde yazılmıştır. Onun merakını, huşusunu ve dehşetini kendi bünyesinde toplamıştır. Shingeki no Kyojin’in gölgesi, bu varoluşsal dağın izlerini taşımaktadır. Bu yüzden, onu dikkatli bir şekilde parçalarına ayırmalı ve incelemeliyiz. Gelin, bu otopsiye başlayalım.

[Bu yazı, yazarın kendi sitesinde de yayımlanmıştır.]

Ahlak ve Kabile

Shingeki no Kyojin’in oldukça basit ama temel bir ahlak anlayışı vardır. Serideki pek çok felsefi analiz veya tespit gibi, bunu Armin’den duyuyoruz.

Annie: Gerçekten sana bu kadar iyi birisi gibi mi görünüyorum?
Armin: “İyi birisi” mi? Ben… gerçekten bu ifadeyi sevmiyorum. Yani… bu sadece sana faydalı bir şekilde davranan birisine verdiğin bir isimdir. Hiç kimsenin herkese faydalı bir şekilde davranabileceğine inanmıyorum.

Armin’in burada anlatmaya çalıştığı şey oldukça açık. Bir insan size faydalı bir şekilde davranıyorsa, sizin için iyi birisidir. Bu, elbette, oldukça basit ve aynı zamanda eksikleri olan bir yaklaşımdır. Bir insan, kendisiyle alakalı olmasa ve dünyanın diğer ucunda olsa bile, başka birisini veya yaptıklarını iyi veya kötü olarak değerlendirebilir. Ancak Armin’in bu görüşe sahip olması, yazının ilerleyen bölümlerinde göreceğimiz gibi, oldukça anlaşılır bir şey.

Peki, serinin temelindeki ahlak anlayışının bu olduğunu nereden anlıyoruz? Bunun sebebi, Armin’in yaptığı açıklama dışında, ahlakın ne olduğu hakkında hiçbir şey söylenmemesidir. Başka bir deyişle, burada Armin’in seride sunduğu görüşe karşı çıkılmıyor. Aynı zamanda, Kenny’nin özgür irade hakkında dediği şeyler gibi sahneleri ele alırsak, Shingeki no Kyojin’in, genel olarak ahlak ve insani değerler karşısında yapıcı değil fakat eleştirel bir tavır takındığını görebiliyoruz. Seri sadece bundan ibaret değil ama yapıçözüm veya yapısöküm denilen şeye oldukça fazla sahip.

Yukarıdaki konuşma, Annie’nin yaptığı başka bir konuşmayla beraber ele alınınca daha da ilginçleşiyor.

Annie: Senin doğrucu bir insan olduğunu düşünüyorum. Söylediğin doğru. Senin gibi insanların var olduğunu biliyorum. Akıntıya karşı yüzmek… bayağı cesaret istiyor [burada Eren gösterilmeye başlanıyor]. Buna saygı duyuyorum. Belki de bunu yapabilenler sadece aptaldır ama… yani, emin olduğum şey, senin gibi insanların nadir olduğu. Yani böyle kişilere yaygın diyemezsin. Onlara normal de diyemezsin. Senin gibi insanlara özel deniyor.

Annie: [Önceki sayfa: Değersiz olduğumuzu düşünüyorum ve kesinlikle kötüyüz. Bize kesinlikle doğru diyemezsin. Ancak…] bu bizi sıradan insanlar yapmaz mı? Eğer insanlar, senin dediğin gibi, özünde iyi olsalardı, bu organizasyon bu kadar çürümüş olmazdı, değil mi? Sadece, yapısı insan doğasını yansıtıyor, hepsi bu. Yani, akıntıya kapılıp giden zayıf birisi olsam da, benim insan olduğumu düşünmeni istiyorum. Hepsi bu.

Yukarıdaki konuşmadan, Annie’nin insanların çoğunluğunun kötü olduğunu düşündüğü sonucu ortaya çıkıyor. İlk yazımdan hatırlarsanız, aynı sonuç, Eren’in ve Erwin’in sözleriyle de destekleniyor. Başka bir deyişle, iyi ve kötü denilen şeyin göreli olduğu ve çoğu insanın kötü olduğu söyleniyor. Bu iki bilgi bir arada ele alındığında, çoğu insanın bencil veya sınırlı derecede özgeci (TDK tanımı: kişisel yarar gözetmeksizin başkasına yararlı olmaya çalışan kimse) olduğu sonucuna varıyoruz. Yani, insanların çoğunluğu, kendilerini ve yakın olarak gördükleri kişileri, belki de kimi zaman biraz daha geniş bir kesimi önemsiyor. Ancak çoğu insan, insanlığın tamamını göz önüne alarak hareket etmiyor.

Buna, bizim dünyamızda, kabilecilik denir. Cambridge Sözlüğü, kabileciliği, “kabileler halinde var olmak veya kişinin kabilesine karşı çok güçlü duygular hissetmesi” olarak tanımlamıştır. Bunun kökeni, türümüzün geçmişindedir. İnsanlık, tarihinin çok büyük bölümünde, küçük kabileler halinde var olmuştur. Bu yüzden, sosyallik ve değer anlayışlarımız, bu kabileler üstünden oluşmuştur. Bu görüşe göre, kendi kabilemizi “iyi”, başka kabileleri “kötü” olarak değerlendirmişizdir. Pek çok araştırmacı, bunun hala günümüzdeki toplumları etkilediğini düşünmektedir. Bunlarla sınırlı olmamak üzere, internet sitelerindeki kitleler, fan kitleleri, spor taraftarları, ulus-devletler örnek verilebilir. Bunların hepsinde, bir nevi kabileci bir yapı vardır. Kişinin parçası olduğu grup “iyi” olarak değerlendirilir ve övülür, diğer gruplar yerilir.

Bizim dünyamızda, kabilecilik hala önemli bir yere sahip olsa da, zamanla etkisinin hafiflediğine dair bulgular vardır. Örneğin, ulus-devletlerin üstünde yer alan uluslararası kurumların oluşması veya milliyetçiliğin geçmişe kıyasla daha zayıflamış olması, kabileciliğin azaldığına dair bulgulardır. Buna dair başka bir kanıt, ırkçılığın ve diğer ayrımcılıkların geçmişe kıyasla azalmış olmasıdır. Oysa, Shingeki no Kyojin evrenine baktığımızda, hala aşırı derecede kabileci bir yapıya sahip olduğunu görüyoruz.

Bu açıdan ele alındığında, Armin’in neden iyilik kavramını böyle tanımladığı oldukça anlaşılır hale geliyor. İçinde yaşadığı dünya, inanılmaz derecede kabileci ve hümanizm gibi daha kapsamlı bir görüşün yayılmadığı bir dünya. Bu, Paradis adasındakiler, dünyanın geri kalanını öğrendiğinde daha da bariz hale geliyor. Bu dünyada, insan hakları diye bir şey yok. Ulus devletler birbirleriyle sürekli bir savaş içerisinde, emperyalist ve militarist politikalar dünyayı avuçlarının içine almış. Başka bir deyişle, bizim dünyamızın çok da uzak olmayan geçmişinden pek farklı değil. Elbette, en büyük farkı, titan sorununun olması ve bunun her şeyi daha da kötü hale getirmesi.

Şiddet ve Doğal Durum

Peki, insanlar neden bu kadar şiddetli ve kabileci? Bunun cevabı için, Mikasa’nın ünlü bir sahnesine bakıyoruz.

Mikasa: Bu sahneyi daha önce görmüştüm… tekrar ve tekrar.

Mikasa: Doğru, bu dünya…

“… acımasız.”

Burada, Isayama’nın bir çiftlikte büyüdüğünü hatırlamanın yararı var. Burada büyüyen bir insan olarak, Isayama, hayatın aslında ne kadar da şiddet üstüne kurulu olduğu birinci elden görmüş birisidir. Örneğin, dünyada her yıl 77 milyar hayvanın yiyecek için öldürüldüğü hesaplanıyor. “Doğal” denilerek, üstüne pek düşünmeden yaptığımız bu öldürmeler, inanılmaz bir şiddete ve katliama tekabül ediyor (doğal olan illa ki iyi midir?). Peki doğada bu iş daha mı farklı? Elbette hayır. Doğanın şiddeti çoğu insan tarafından gözardı edilmektedir. Oysa doğada sadece avcı ve av ilişkisi bile, hesaplanamayacak derecede yüksek ölüm sayılarına yol açmaktadır. Bunun dışında pek çok örnek daha vardır. Su samurları, başka hayvanların yavrularına tecavüz eder. Filler, gergedanlara tecavüz eder. Ağaçkakanlar, başka kuşların kafataslarını delip onların beynini yer. Pek çok otobur canlı, fırsatçı olarak etçillik de yapar. Kimi eşek arıları, larvalarını canlı tırtılların içine bırakır ve bu larvalar, tırtılları olabildiğince yavaş şekilde öldürerek içten içe yer. Kediler, avlarını öldürmeden önce onlarla oynar ve işkence eder. Bunların üstüne bir de susuzluk, kıtlık, soğuk, sıcak, afetler vb. eklenince, doğanın içerdiği şiddet, ölüm ve acımasızlık inanılmaz bir boyuta varıyor.

İşte bu şiddet ve acımasızlık, Mikasa’nın sahnesinde yüzünü göstermiştir. Doğanın şiddet üstüne kurulu olduğunu fark etmiştir. Bu sahne, serinin içerdiği başka temalarla da oldukça yakından ilişkilidir. Nasıl, bir insan veya başka bir avcı, avladığı canlıyı yiyorsa, titanlar da insanları yemektedir. Shingeki no Kyojin’in anlattığı hikaye ve daha sınırlı kapsamda, titanların hikayesi, doğanın içerdiği bu acımasız “ye veya yenil” mentalitesini temsil etmektedir.

Ne kadar sapkın olursa olsun, bu konudaki diğer bir içgörü, iğrenç adam Gross’tan gelmektedir. Verdiği tepki doğru olmasa bile, fark ettiği şey oldukça ilginçtir ve serinin ana temalarıyla uyumludur.

Gross: Uyandığında bugün ölebileceğini hissettiğin oluyor mu? Ne kadar insanın hissettiğini bilmiyorum ama işin aslı o ki, bu his yaşayan şeylerin doğal durumudur. Ancak, barışın kıymetini bilmeyen bir toplumda, bu şekilde düşünen kişiler anormaldir. Valla, ben farklıyım. Hepimiz öleceğiz fakat ben, günüm geldiğinde bunu kabullenmeye hazırım. Ve bunun sebebi bu acımasız dünyanın gerçeğiyle yüzleşiyorum ve anlamaya çalışıyorum.

Burada, bir kez daha doğanın ve “doğal durumun” ne kadar şiddetli ve ölümcül olduğunu duyuyoruz. Bu da bizi, alakalı başka bir konuya getiriyor.

Bellum Omnium Contra Omnes

Yukarıdaki deyiş, filozof Thomas Hobbes tarafından dile getirilmiştir. “Herkesin herkese karşı savaşı” anlamına gelen bu deyiş, Hobbes’a göre, insanın doğal durumunu temsil etmektedir.

Tuppin Kabileleri arasında savaş, Johann Ludwig Gottfried, 1631

Hobbes’a göre, insanlığı düzenleyecek daha büyük bir sistem olmadan, insanlar doğal hallerinde sürekli olarak birbirleriyle savaşmaktadır. Herkesin sürekli olarak herkesle savaşması veya savaşmaya hazır bulunmasının sonuçlarını, Hobbes şöyle açıklamaktadır:

“Hepsinden kötüsü, hep şiddetli ölüm korkusu ve tehlikesi vardır; ve insan hayatı yalnız, yoksul, kötü, vahşi ve kısa sürer.”

  • Thomas Hobbes, Leviathan, YKY 7. Baskı, s. 94-95
122. bölümden bir sayfa. Geçmişi anlatan bu sahne, yukarıdaki tabloyu andırmıyor mu? Bu tablodan esinlendiğini değil fakat aynı şeyi anlattığını kastediyorum.

Bu, günümüz bilgileriyle değerlendirildiğinde, kısmen doğru kısmen yanlış bir açıklamadır. Evet, devletlerin ortaya çıkışı öncesinde insanlar daha fazla birbirlerini öldürüyorlardı fakat aynı zamanda, sadece şiddet değil, işbirliği de insan doğasının bir parçasıdır. Ancak Shingeki no Kyojin, Hobbes’un tarif ettiği bu doğa durumu tanımlamasına oldukça benzer bir felsefi tutumu kabulleniyor. İnsanların doğaları gereği bencil ve şiddet dolu olduklarını, bunun da doğadaki daha büyük şiddet döngüsünün bir parçası olduğunu söylüyor.

Koşullar ve Kabilecilik

Daha önceki yazılarımda, insanların içinde bulundukları koşulların onları belli şekilde davranmaya yönlendirdiğinden, hatta buna zorladığından bahsetmiştim. Diğer yazılarda verdiğim örneklere ek olarak, bununla alakalı bir diğer örnek, aşağıdaki sahnedir. Burada, Jean’e silahını doğrultmuş olan Ordu Polisi üyesi kadının neden tetiği çekmekte geciktiğinden bahsediyorlar.

Levi: Çünkü bir anlığına tereddüt etti. Değil mi?

Armin: Ha?
Jean: Armin, özür dilerim. Ateş etmeliydim ama yapamadım. Ve şimdi…
Armin: Demek olan buymuş. Öldürdüğüm kadın şefkatli birisi olmalıymış… benden çok daha insandı…

Armin: Fakat ben tetiği çekebildim… anında. Ben…
Levi: Armin. Ellerin çoktan kirlendi. Eskiden olduğun kişiye geri dönemezsin.
Mikasa: Neden böyle bir şey söy…
Levi: Dönüştüğün kişiyi kabullen. Ellerin hala temiz olsaydı, Jean muhtemelen şu an burada olmayacaktı.

Levi: Tetiği öyle çekebildin çünkü arkadaşın ölmek üzereydi. Sen zekisin. Tereddüt veya taviz için yer olmadığını anladın. Eğer umudu hayatta tutmak istiyorsak, hiçbir şey kaybedemeyeceğimizi biliyordun… mallar, atlar, yoldaşlar…

Levi: Armin. Ellerini kirleterek bizi kurtardın ve ben minnettarım.
Jean: Kaptan Levi, ben… ben yöntemlerinizin yanlış olduğunu düşünmüştüm. Ancak… sadece bunu düşünmek istedim. Başkalarını incitmekten korkuyordum…

Jean: Ancak siz yanlış değildiniz. Bendim. Gelecek sefer ateş edeceğime söz veriyorum.
Levi: Bu doğru. Bizi tehlikeye sokan şey senin tereddütündü.
Jean: Özür dilerim.
Levi: Ancak bu o zaman ve oradaydı. Sana neyin doğru veya yanlış olduğunu söylemiyorum. Kesinlikle hangisinin hangisi olduğunu bilmiyorum… gerçekten yanılıyor muydun?
Jean: Ne?

Burada söylenilenleri ve olanları çözümlediğimizde, birkaç şeyi anlıyoruz. Bizim gruptaki kişiler, içinde yaşadıkları dünya gereği, şefkatli olmayı ve savaşmakta tereddüt etmeyi göze alamazlar. Eğer bunu göze alırlarsa, tereddüt eden kadına olduğu gibi, öldürülme ve başarısız olma riskleri var. Böyle koşullar altında, şefkat gösterme veya kendi kabileci anlayışlarından daha geniş bir insanlık anlayışı geliştirme şansları çok fazla yok. Ancak bütün bunlara rağmen, Levi bunun “doğru olan” şey olduğunu söylemiyor. Bunun yerine, tereddüt etmenin insanı öldürtme riski olduğundan bahsediyor. Yani, yaptıkları davranışların ahlaki veya değersel olarak daha üstün olduğunu savunmuyor.

Böyle bir yaklaşım, serinin genel yaklaşımıyla oldukça uyumludur. Shingeki no Kyojin, genel olarak, ahlaki bir yargıda bulunmak yerine, belli koşullar altında insanların nasıl davrandığını anlatıyor. Elbette, insanların illa böyle davranacağı görüşüne katılmak zorunda değilsiniz. Ancak yapmaya çalıştığı şeyin genel olarak bu olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

Seride, koşullar gereği insanların belli şekillerde davranmaya zorlanmasına dair oldukça fazla örnek var. Örneğin, terredüte yer olmaması hakkında, yukarıdaki konuşmadan birkaç bölüm önce, Eren şunları söylüyor.

Eren: İkimiz de, bir şey yapmazsak her şeyi kaybedeceğimiz bu absürt dünyada yaşıyoruz! Çatışan bir şekilde hissetmek için zamanımız yok.

Eren’in yetiştiği dünyadaki eyleme geçme zorunluluğu ve ardından zaman kısıtlaması sonucu yaptıkları düşünülünce, yetiştiği çevrenin onu ne kadar etkilediği görülecektir. Yaptıklarında insanlığın genelinin iyiliğini düşünmeye veya onlara şefkat göstermeye yer yoktu. Belki de, buna fırsat olsa bile bunu göremedi çünkü yetiştiği dünya onu alternatifleri göremeyeceği şekilde koşullamıştı. Bu yüzden, düşünce yapısına uymuyordu.

Özetleyecek olursak:

– Doğa “Ye veya yenil” mentalitesinin, başka bir deyişle “orman kanunlarının” geçerli olduğu bir yerdir.

– İnsanlar doğanın bir parçasıdır.

– Dolayısıyla, çoğu insan, sadece kendisini, yakınlarını ve belki de birazcık daha geniş bir çevreyi düşünür.

– Paradislilerin yetiştiği koşullar, onları başkalarına acıyıp, tereddüt edemeyecekleri bir şekilde düşünmeye itmişti.

– Bu görüş, Eren açısından, “Savaş veya öl” veya başka bir deyişle “Ye veya yenil” mentalitesinde kendini gösteriyor.

– Böyle bir felsefeye ve ideolojiye sahip olan Eren, zaman kısıtlaması olan bir senaryonun içine atıldığında, sadece iki seçenek görebildi: ya Historia ve onun soyunu titan döngüsüne feda edecekti ve aynı zamanda titan döngüsünü sürdürerek arkadaşlarının ve Paradislilerin geleceğini tehlikeye atacaktı, ya da Historia, diğer arkadaşları ve Paradislileri insanlığın üstüne koyacak ve insanlığın %80’ini yok edecekti. Eren, yaşadığı dünyanın yapısına uyar bir şekilde, kabilecilik yapmayı ve arkadaşlarını ve Paradislileri üste koymayı seçti.

– Bununla uyumlu olarak, Yeageristlerin altındaki Paradis Ulusu’nun seri sonundaki mottosu, Eren’in tekrarladığı aşağıdaki cümleler oldu.

“Kazanırsak, yaşarız. Kaybedersek, ölürüz. Savaşmazsak, kazanamayız. Savaş. Savaş.”

Sadece Eren değil, Paradis adasının çoğunluğu, içinde bulundukları koşullar gereği, dünyaya böyle bakıyor. Diğer insanları, başka bir deyişle “diğer kabileleri” aktif veya potansiyel düşmanlar olarak gördükleri için de, militarizm yolunu seçtiler.

Seçim ve Ormandan Çıkış

Yukarıda anlattıklarım ve daha fazlası, insana şunu sordurtuyor: gidişatı değiştirmenin hiçbir yolu yok mu? Dünyayı değiştirmenin hiçbir yolu yok mu? Şaşırtıcı gelebilecek bir şekilde, Shingeki no Kyojin, seçim hakkı olduğunu söylüyor. Her zaman olmasa bile, en azından belli fırsatlar yakalandığında, insanlar gidişatı değiştirebilecekleri belli şeyler yapabiliyorlar. Bunu en iyi olarak gördüğümüz anlardan birisi, Soylu Hükümeti arkının sonudur.

Hange: Bizim dünyamıza değişim getiren, herkesin bireysel seçimi oldu.

Marlowe, tüccar ve oğlu, gazeteci genç, Pixis ve diğer askerler… bunların hepsinin bireysel seçimleri sayesinde, Paradis adasında hükümet değişiyor. Bu kişilerin bireysel seçimleri olmasa, belki bir tanesi bile farklı olsa, bunların hiçbirisi gerçekleşemezdi.

Serinin devamında, bir diğer önemli seçimi, Sasha’nın babası Artur Braus yapıyor.

Artur: Sasha bir avcıydı. Ona küçükken nasıl yay kullanacağını öğrettim ve ormanda avlanmaya giderdik. Çünkü böyle yaşıyorduk. Ancak böyle yaşamaya devam edemeyeceğimiz günün geleceğini biliyordum. Bu yüzden, Sasha’nın ormanı terk etmesini sağladım…

Artur: Ardından… dünya büyüdü. Sasha bir asker oldu. Başka topraklara saldırmaya gitti, insanları vurdu ve kendisi vuruldu. Onu ormandan çıkarmanın bir anlam ifade edeceğini düşünüyordum… meğerse, bütün dünya, hala öl veya öldür olan devasa bir ormanmış. Sasha’nın bu ormanda çok dolandığı için öldürüldüğünü düşünüyorum. En azından, çocukları bu ormandan çıkarmalıyız. Yoksa, aynı şey tekrar ve tekrar gerçekleşecek… Geçmişin günahlarını ve nefretini yüklenmek… işte, yetişkinler olarak bizim yükümüz bu.

Yukarıdaki diyalog, benim serideki favori diyaloglarımdan birisidir. Artur, demek istediğini daha güzel açıklayamazdı. Evet, orman, yani doğa dediğimiz şey vahşi bir şey. Evet, dünya aslında devasa bir vahşet düzeni. Ancak yine de seçim yapma hakkımız var. En azından, gelecek nesilleri dünyanın şiddetinden ve nefretinden koruma seçeneğimiz var. Kökeni hatırlanamaz bir geçmişe dayanan bu şiddet zincirini kırmanın yolu budur.

Artur’un çocukları bu ormandan koruması olayların gidişatını etkiliyor. Artur’un kurtardığı Falco ve Gabi, Eren’e karşı olan gruba katılıyor. Gabi olmadan Floch başarılı olacaktı. Falco olmadan, uçan titana sahip olamayacaklardı.

Bahsedeceğim son seçime geçmeden önce, Artur’un dediklerini pekiştiren başka bir sahneden bahsetmek istiyorum.

“Omuzlarınızda ölçülemez bir yük yatıyor fakat… sonuç ne olursa olsun… bunun sorumluluğu sadece sizde değil. Bu suçluluk, biz, her bir yetişkin tarafından paylaşılıyor.”

“Nefreti kullandık. Büyümesine izin verdik. Bizi kurtaracağına inandık. Kendi yetersizliklerimizden kaynaklanan her bir sorunu aldık ve onları ‘Şeytanların Adası’na tükürdük. Ve sonuç, o canavarın doğumu oldu… şimdi, gösterdiğimiz bütün nefret için bize karşılık vermeye geldi.”

Marleyli komutanın yaptığı bu konuşmada, kabileciliğin ve insanları ötekileştirmenin sonucunu görüyoruz. Bu kabileciliği, şiddet ve nefret döngüsünü devam ettirmeleri yüzünden, Eren gibi bir canavar oluyor. Evet, insanlığın %80’ini yok etme seçimini Eren yaptı fakat onu buna iten koşulları da dünya ve bütün olarak insanlık yarattı. Eren, bir faşist veya ırkçı bile değildi. Dünyanın geri kalanındaki insanlar ve Paradisliler arasında bir fark olmadığını söylüyordu. Başka milletleri Paradislilerden daha aşağı görmüyordu. Buna rağmen, bu kabilecilik, şiddet ve nefretle dolu bir dünya, onu böyle bir şey yapmaya itti.

Burada, anlatmak istediğim, Eren’in yaptığının doğru veya yanlış olduğu değil fakat Eren’i, içinde yaşadığı sistemin ve dünyanın böyle birisi haline getirdiğidir. Haklı veya haksız demiyorum. Lakin bu ormanın içine çekildiği için bu hale geldi diyorum.

Ymir

Böylelikle, yazının son kısmına gelmiş bulunuyoruz. Şu ana kadar anlattığım her şey, Ymir’in hikayesinde de görülmektedir. Bunun yanısıra, sonuncu seçimden ve onun etkisinden bahsedeceğim.

Seride, Ymir’in ilk gösteriminde, kimi şeyleri fark ediyoruz.

Historia: Kızsı mı? O da ne demek?
Frieda: Hmm, şey, kızsı demek, bence, bu kız gibi olmak demektir. Sen de onu beğeniyorsun, değil mi, Historia?
Historia: Evet.
Frieda: Çünkü o şefkatli ve hep başkalarını düşünüyor.

Frieda: O zaman, bu dünya bu kadar sert ve sıkıntılı bir yer olduğu için, herkesin sevdiği birisi olarak büyüdüğüne emin olmalısın…

Frieda: … ve başkalarına yardım ederken, onlardan da yardım alarak yaşamalısın, tamam mı?

Öncelikle, Eldialıların tarih anlatımının ne kadar çarpık bir şey olduğunu fark ediyoruz. Ömrü boyunca köle olmuş Ymir’in yaptıklarını, kendi tarih anlatımlarında “iyilikten yaptı” diye aktarmışlar. Burada, oldukça vurucu başka bir sapkınlık da var. Historia, Frieda’nın söyledikleri ve kendi hayat koşulları gereği, özgeci fakat köle olan bir ahlakla yetişmiş birisiydi. İnsanlar onu kabullenmediği, annesi bile onu sevmediği için, çok derin bir kabullenilme ve sevilme arzusu vardı. İçindeki bu açlığı gidermeye çalışıyordu. Bu yüzden, olabildiğince özgeci davranmaya ve insanlara yardım etmeye çalışıyordu. Bu sebeple, sürekli olarak kendisini tehlikeye atıyor, hatta kullanılıyordu. Aynı şeyi Ymir’de de görüyoruz.

Yukarıdaki sayfalara baktığımızda, Ymir’in evlenen bir çifte merakla baktığını görüyoruz. Bu bile tek başına bir şeyleri gösteriyor (hatta, Reddit’te bunu fark eden bir üye, 2019 Ekim’inde Ymir’in Fritz’e aşık olup olmadığı hakkında bir başlık açmış). Ymir, aynı Historia gibi, kimse tarafından sevilmeyen, kabullenilmeyen ve bu yüzden bunlara oldukça hasret duyan bir karakter. Bunu, domuzları kimin bıraktığı sorulduğunda hemen yalnız bırakılmasından ve suçlanmasından anlayabiliyoruz.

Evlilik ve aşk gibi şeyler bu yüzden onun oldukça ilgisini çekiyor çünkü aradığı şeylerin cevabını verdiğini düşünüyor. Ne de olsa, birisi tarafından romantik olarak sevilmek ve ona bağlanmanın getirdikleri, bir insanın tecrübe edebileceği en doyurucu duygulardan bazılarıdır.

Bununla bağlantılı bir şekilde, Ymir’in Kral Fritz’e “aşık” olduğunu biliyoruz. Bu, elbette, sağlıklı bir sevgi değildir. Pek çok kişinin dediği gibi, bir tür Stockholm Sendromu’dur. Yani, rehine alınan kişinin, onu rehin alan kişiye sempati ve empati beslemesi, hatta onu sevdiğini sanmasıdır. Ancak bu “aşkı” yukarıdaki ışıkta ele aldığımızda, Ymir’in çaresizlikten dolayı böyle hissettiğini anlıyoruz. Ymir, bu dünyadaki insanlarla bağ kurmak, onlar tarafından kabullenilmek ve sevilmek isteyen küçük bir kızdı. Belki de, bütün ömrü boyunca, mental olarak bu aşamada kaldı. Büyüyemedi ve bu kabullenilme isteği onu zincirleyen şey haline geldi. Yani aslında Ymir’i bu dünyaya zincirleyen şey, Fritz’e olan sevgisinden öte, daha derinde, kabullenilme ve sevilme isteği oldu. Bunları aşeriyordu çünkü hiçbir şeye sahip olmayan Ymir için, bu tarz bir sevgi her şeydi.

Bütün bunları demiş olmakla beraber, Kral Fritz’in herhangi birisi olmadığını belirtmekte yarar var. Örneğin, Ymir kızları tarafından seviliyordu (ölümünde ağlamalarından bunu anlıyoruz) ama onların sevgisi onun için yeterli değildi. Aklından tam olarak ne geçtiğini bilmiyoruz ama tahmin yürütebiliriz. Benim yorumuma göre, Ymir’in Fritz’in sevgisini istemesinin sebebi çocukluktan kalma bir tür saplantıydı. Kendisinden her şeyi almış olan ama aynı zamanda gücü simgeleyen bu adamın sevgisini, onun tarafından kabullenilmeyi istiyordu. Ymir gibi hiçbir şeye sahip olmayan bir köle için, Fritz her şeye sahip olan bir liderdi. Bir nevi, bu dünyanın düzenini temsil ediyordu.

Ymir’in Fritz’e “aşkı” sebebiyle öldüğünü de görüyoruz.

Kral Fritz: Ne yapıyorsun? Kalk. Sıradan bir mızrağın seni öldüremeyeceğini biliyorum. Kalk. Çalış. Doğmuş olmanın sebebi bu. Ymir, benim kölem.

Yukarıdaki panelleri dikkatlice incelerseniz, Fritz onunla konuşana kadar Ymir’in gözlerinin açık olduğunu fark edeceksiniz. Ancak Fritz ona bir çöpmüş gibi davranınca, Ymir’in gözleri kapanmaya başlıyor ve ardından ölüyor.

Peki bunun ifade ettiği şey nedir? Frieda, Historia’nın Ymir gibi “başkalarına yardım ederken, onlardan da yardım alan birisi” olması gerektiğini söylüyordu. Yani olması gerekenin bu olduğunu belirtiyor. Bu açıdan ele alındığında, Ymir sürekli olarak vermiş ve karşılığında bir şeyler beklemiş ama hiçbir şey alamamış birisidir. Fritz için nihai fedakarlık örneğini gösterip, onun için hayatını tehlikeye attığında bile, Fritz’in ona bir çöp muamelesi yapması, Ymir’in kalbini inanılmaz derecede kırmıştır. Bu noktadan sonra yaşama isteği kalmıyor ve Bütün Yaşayan Maddenin Kaynağı’nın gücü sayesinde, ölümün ve hayatın olmadığı Yollar düzlemine kaçıyor.

Bu noktada, ahlak kavramına dönmekte yarar var. Ymir’in nihai anlamda özgeci olduğunu söyleyebiliriz. Ancak bu özgeciliği, onu sağlıklı bir şekilde doyuran bir şey olmak yerine, ona zarar veren, karşılığında hiçbir şey almadığı, ona bir insan olarak bile bakmayan kişiler tarafından kullanılmasına yol açan bir şey oluyor. Fritz’in soyundan gelen her bir kişi, aynı şeyi yapmadı mı? Hepsi de, Kurucu Titan sayesinde, Ymir’i görmüş olmalı. Ancak bir tanesi bile onu zincirlerinden kurtarmaya çalışmadı. Hiçbirisi, onu insan yerine koymadı. Zeke bile ona bir köle olarak davrandı. Hepsi de, kendi amaçları için onu kullandı. Ymir de, Fritz’in soyundan gelen bu kişilere “sevgisinden” dolayı yardım etti. Ta ki, Eren gelene kadar.

Kral Fritz: Ve benim titanlarım, sonsuza ve sonsuza dek hüküm sürecek. Dümyam var olduğu sürece, sonsuza ve—
Eren: Artık sona eriyor.

Eren: Bu dünyaya bir son vereceğim. Bana gücünü ver.

Eren: Sen bir köle değilsin. Sen bir tanrı değilsin. Sen sadece bir kişisin. Hiç kimseye hizmet etmene gerek yok. Seçecek olan kişi sen olabilirsin.

Eren: Sen karar vereceksin. Sen seçiyorsun. Sonsuza dek burada kal veya her şeyi bitir.

Eren: Beni buraya getiren kişi sen miydin? Bunca süredir, bekliyor olmalısın.

Eren: 2000 yıldır, sadece birisi için bekliyor olmalısın.

Ymir, bu noktada, sömürücü köle ahlakından kurtulmaya başlıyor. Fark ederseniz, seride ilk kez Ymir’in gözlerini görüyoruz. Seride iki kez daha gözlerini görüyoruz ve bu üç sefer de, özgür bir seçim yaptığı yegane anlar oluyor.

Ymir, kendi köle ahlakından kurtulmaya başlayınca, Eren’e katılıyor. Sahip olduğu zararlı özgecilik, yerini -ne kadar bencil olursa olsun- onun için daha anlamlı bir şeye bırakıyor. Kendisini, Mikasa aracılığıyla, bu zincirlerden kurtarmaya çabalıyor.

Ymir ve Historia arasındaki paralellikler, bu açıdan da ilgi çekicidir. Historia, köle bir özgecilik içindeydi ve bundan dolayı acı çekiyordu. Benzer bir durum, Ymir’de de var. İkisi de, işin sonunda, kendilerine zarar veren özgeciliklerini bir kenara attılar ve daha anlamlı buldukları şeyler yapmaya yöneldiler. Historia için bu yetimhane açmak oldu, Ymir içinse kendisini zincirlerinden kurtarmak.

Bu iki karakter dışında, kendisini bu köle özgecilikten kurtaran bir karakter daha var ve onun adı da -oldukça ironik bir şekilde- Ymir.

Ymir: Her zaman, ben yokmuşum gibi davranan o yetişkinlerin hepsi diz çöktü ve bana taptı. Ve beni adlandıran adama gelince, gittikçe daha ve daha abartılı giyinmeye başladı ve böyle yaptıkça, daha da mutlu oldu. Ben de, iyi hissettim. Herkesi keyifli ve mutlu kılmak için yapmam gereken tek şey, bana verilen rolü oynamaktı. Buna inanıyordum. Ve bu yüzden Ymir rolünü oynamaya devam ettim.

Ymir: Çok geçmeden insanlar bana onun yerine şeytan demeye başladı ama hala Ymir rolünü oynamaya devam ettim. Bana bir isim vermiş olan adam “onu kandırdığımı” iddia etti.

Ymir: Hala Ymir rolünü oynamaya devam ettim. Onları kurtaracak şey buysa, tamam olduğunu düşündüm. Ancak…

Ymir: Bu dünyada, sadece var oldukları için kendilerine taş atılan insanlar var. Onların sembolü olarak, baştan aşağı taşlandım.

Ymir: Görünüşe göre, bu dünyada, basit bir et parçasının çığlık atıp debelenebilmesi hiçbir belirli anlama gelmiyor.

Ymir: Hayır, hiçbir anlama gelmiyor. Ancak bu yüzden, dünyanın inanılmaz olduğunu düşünüyorum.

Ymir: Gözlerimi tekrar açtım ve önümde serilen şey özgürlüktü. Oradan itibaren, yürümeye başladım ve istediğim gibi yaşadım. Hiçbir pişmanlığım yok.

Ymir, bundan sonra daha bencil davranmaya başlıyor ve istediği şeyleri yapıyor. Hatta özgeciliğe karşı düşmancıl bir tavır takınıyor. Ancak özgeciliği tamamen reddetmiyor. Asıl sinirlendiği şey, sadece başkaları tarafından kabullenilmek için yapılan, üstüne iyi düşünülmemiş özgecilik oluyor. Bunun insanı köleleştirdiğini ve başkalarının kullanıp attığı bir şey haline getirdiğini öne sürüyor.

Ymir: Ben tamamen yeni bir hayat yaşamak için bir şans edindim. Yeni bir kişi olarak tekrar doğdum! Ama bu olduğunda, eski ismimi saklamadım! Ymir olarak doğduğumu inkar etmek yenilgiyi kabullenmek olur. Bu yeni hayatı yaşarken, ismimi tutuyorum! Bu şekilde yaşamak, benim intikam alma şeklim!!! Kaderinin doğuştan belli olmadığının yaşayan kanıtı olacağım!! Peki ya sen?! Kendini öldüreceksin, nihai boyun eğme eylemi. Sana karın ağrısı gibi davranan insanları bu kadar mı memnun etmek istiyorsun? Neden kendine zarar vermeye çalışıyorsun?! Eğer iraden bu kadar güçlüyse, o zaman kaderini değiştirebilmen gerekmiyor mu?!

Önceki kısımlarda yazdıklarımla beraber ele alındığında, bu diyalog -özellikle İtalikle belirttiğim kısımlar- özel bir anlam kazanıyor. Kurucu Ymir, Historia ve Ymir’in üçü de, hayatlarının belli bir noktasına kadar başkalarını memnun etmeye çalışıyorlardı. Bu insanlar aslında onları önemsemese, hatta onlara zarar verse bile, kabullenilme, ilgi görme ve sevilme istekleri onları buna yönlendirmişti. Ancak işin sonunda onları köleleştiren bu olmuştu. Ymir, bunu kendi kendine fark edebilecek kadar zeki ve güçlü birisiydi.

Daha önce dediğim gibi, bu, özgeciliğin tamamının kötü olduğu anlamına gelmiyor. Örneğin, Ymir, bencil birisi gibi davransa da başkalarını önemsiyordu. Onda kendisini gördüğü için, Historia’ya yardım etti. Reiner ve Bertolt’un durumunu, sıkışmışlıklarını anladığı ve bütün olanlara rağmen onlara yakın duyduğu için, onlara yardım etme kararı aldı. Bu, ilk bakışta bir çelişki gibi gelse de, Ymir’in tarikattayken bulunduğu durumdan oldukça farklı bir şeydir. Onu önemsemeyen, hayatını ve bir insan olarak saygınlığını hiçe sayan kişilere değil, bağ kurabildiği ve gerçekten önemsediği kişilere yardım etmeyi seçti. Aynı şey Historia için de geçerli değil mi? Bir yetim olarak yetiştiği için, yetimlere yardım etmeyi seçti.

Elbette, bunların hiçbirisi, bu karakterlerin ahlak anlayışı en doğru olandır demek değil. Ancak sırf başkaları tarafından kabullenilme uğruna, kişiyi köleleştiren bir “iyilik” anlayışının reddedildiğini görebiliyoruz. Buna rağmen, insanlığın genelini göze alan bir iyilik anlayışının zorunlu olarak köleleştirici olduğu söylenmiyor. Armin, Jean, Mikasa ve diğer herkesin bir araya gelmesini ve Eren’e karşı savaşmalarını sağlayan şey buydu. Mikasa’yı Eren’i öldürmeye ikna eden şey de buydu. İşin sonunda, dünyayı titan döngüsünden kurtaran da bu oldu. Daha önce belirtildiği gibi, Shingeki no Kyojin’de, özgecilik değil fakat köleleştiren özgecilik reddediliyor.

Mikasa’nın Seçimi

Ymir’e benzeyen diğer bir kişi, Mikasa’dır. O da, bir kişiye karşı olan sevgisinin kölesidir. Gerçekten beyninin yıkanıp yıkanmadığını tam anlamıyla bilemeyiz fakat elimizdeki kanıtlar, bunun doğru olmadığına işaret ediyor: Levi ve Kenny’de bu baş ağrılarını görmüyoruz; Zeke bütün bilgisine rağmen böyle bir şeyi hiç duymadığını söylüyor; Ackerman Klanı, kralı korumak için üretilse de, kralın ideolojisini izlemeyi reddettikleri için cezalandırılmışlar. Bütün bunların hepsi, Eren’in büyük ihtimalle haksız olduğunu gösteriyor. Lakin Mikasa beyni yıkanmış birisi olmasa da, Eren’e karşı çok güçlü duygular beslemektedir. Bu duygular o kadar güçlü ki, Eren’in bütün söylediklerine rağmen, Armin ona saldırmaya çalıştığında otomatik olarak Armin’i durdurmuştur. İşte bu sebepler yüzünden, Ymir, Mikasa’da kendisini görmüştür.

Bilindiği üzere, Mikasa, son ana kadar Eren’i öldürmeye karşı çıkmıştır. Onun için Eren sadece bir insan veya aşık olduğu kişi değil, neredeyse dokunulmaz bir figürdür. Ömrü boyunca onu korumuş, kollamış ve hizmetinde olmuştur. Bu ilişki, kimi açılardan romantik gelebilse de, diğer açılardan oldukça sağlıksızdır. Mikasa, bir köle gibi, kendi varlığını, Eren’e hizmete adamıştır.

Bütün bunlara rağmen, her şeyin sonunda, Eren değer verdiği şeylere zarar verdiğinde, Eren’i öldürmeyi seçebilmiştir. İşte Mikasa’nın bu köleleştirici duygularına üstüne gelebilmesi, Ymir’e esin kaynağı olmuştur. Her şeye rağmen Mikasa’nın bunu seçebilmesi, Ymir’e kendisinin de bunu yapabileceğini göstermiştir. Zaten yukarıdaki sayfada, Ymir’in gözlerinin tekrar göründüğünü görebiliyoruz. Bunun özgür olduğu anları temsil ettiğini hatırlayın.

Yukarıda, Ymir’in özgür bir seçim yaptığı üçüncü an, yani domuzları salması görülüyor. Bu üç an, yani domuzları serbest bırakması, Eren’in konuşması ve Mikasa’yı izlerken gülümsemesi (ve bunu takiben, titan döngüsünü sona erdirmesi) Ymir’in bütün ömrü boyunca özgür olduğu, aynı zamanda gözlerinin göründüğü yegane anlardır.

Böylelikle, hikayeninin sonunda, titan döngüsünü sona erdiren şey yine kişisel bir seçim oluyor. Şöyle bir hatırlarsak:

  • Ymir’i köleleştiren şeyler, içinde yaşadığı şiddetli, orman gibi dünya ve aynı zamanda sağlıksız, köleleştirici özgecilik anlayışı oluyor.
  • Onun köle olarak devam etmesini sağlayan, yine, insanların bu ormandan çıkmayı reddetmesi oluyor. Eren’e ve Mikasa’ya kadar hiç kimse, onu ormandan çıkaracak bir hareket yapmıyor.
  • Ymir’in bu ormandan çıkmasını sağlayan şey, Mikasa’nın yaptığı kişisel seçim oluyor.

Bunlar göz önüne alındığında, yazının ilk kısımlarında anlattığım temalarla olan bağlantılar daha belirgin hale geliyor. Bu seçim durumu hala varlığını sürdürüyor. Shingeki no Kyojin’in Finali Ne Anlatıyor: Şiddet, Militarizm ve Özgürlük yazısında bahsettiğim gibi, eğer Paradis, Yeageristleri izlemekte ısrar ederse, nefret ve şiddet döngüsü kendini tekrarlayacak. Ancak Armin ve diğerlerinin hikayesini dinlemeyi seçerlerse, bir barış umudu var. Başka bir deyişle, insanlığın, doğanın içerdiği bu şiddetten uzaklaşması ve kolektif olarak olgunlaşması gerekiyor.

Son olarak, Shingeki no Kyojin, bireyci ve toplumcu bir felsefeden hangisinin üstün olduğu söylenmiyor. Hem bireyci hem de toplumcu yaklaşımları görebiliyoruz. Bu yazıda bahsedildiği gibi, farklı durumlardan farklı felsefelerden bahsediliyor. Isayama’nın dediği gibi:

İşin sonunda, serinin neyin “iyi” neyin “kötü” olduğu konusunda bir yargıya vardığını düşünmüyorum […] “Doğru olan nedir?” sorusunu yanıtlamak yerine, başka çalışmalar ve felsefelerden esinlenmek ve bu anlar sırasındaki hislerimi doğrudan bir şekilde yansıtmak – bence Shingeki no Kyojin’in sonu buna benzeyecek.

Duyuru

Bu yazı, manga bitmemişken yazılmıştı. Serinin (eklemeli) sonuyla beraber, onun hakkındaki yorumum ve değerlendirmelerim oldukça fazla değişti. Seriyi bütüncül bir şekilde açıklayan ve değerlendiren, öncelikli gördüğüm yazılar, önem sırasına göre, aşağıdaki gibidir. İlk yazı en son yazılmıştır ve uzun bir süreç sonucunda ulaştığım nihai fikrimi sunmaktadır fakat daha bütüncül bir yaklaşım oluşturmak için diğerlerine de bakılabilir.

Feindbild Yazar:

Buradaki ve başka yazılarımı da içeren kendi sitem: https://otegezen.wordpress.com/

14 Yorum

  1. 14 Nisan 2021
    Yanıtla

    Elinize sağlık. Yine harika bir yazı olmuş.
    Ben de Ymir’in son chapterda açıklanan 2000 yıllık köleliğinin sebebinin düzgün işlenmedigini düşünen kesimdendim. Bu yazıyla birlikte yapboz parçaları biraz daha yerli yerine otursa da nihai kararım hala aynı. Bunda biraz kelime seçimlerinin de etkisi olduğunu düşünüyorum. “Ymir fritze aşıktı yani aşkının kölesiydi.” şeklindeki açıklama o kadar tatminsiz ki. Hikaye açısından bu kadar önemli bir motivasyonun bu şekilde geçiştirilmesi büyük bir hayal kırıklığı. Belki daha iyi kelime seçimleriyle bu açıklama daha tamamlayıcı olabilirdi. Malum bu yazıdaki çıkarımlarınızı sadece son chapteri okuyup çıkarmak çok güç. Bu yüzden yaptığınız aslında çok büyük bir hizmet. Tekrardan elimize sağlık 🙂

    • Feindbild
      14 Nisan 2021
      Yanıtla

      Çok teşekkürler 🙂 Ben de açıkçası bazı şeylerin finalde daha iyi yapılabileceğini düşünüyorum. Ancak geçmiş sayılara bakıp bir düşününce, daha iyi bağlama oturuyor.

  2. Uğur
    14 Nisan 2021
    Yanıtla

    Kafamdaki fikirleri güzel toplayıp yerime yazmışsın.

    Ayrıca you’re a slave to snk analyses demeden geçmiyorum. 😀

    Ek olarak Mikasa’nin aşkının ne hâle geldiğinin farkına şimdi fark ettim yazıyla.
    Armin’i masaya yapıştırıken Ackerman olayı hakkında bir gönderi yapmak istedi sanki yazar diye düşünüp üstünde pek kafa yormamıştım son bölümde ne kadar önemli bir plot point olmasına rağmen.

    • Feindbild
      14 Nisan 2021
      Yanıtla

      Haha, herkesin kendine biçilen rolü oynaması gerekiyor 😀

      İlk başta ben de Ackerman olayı için diye düşünmüştüm ama aslında sadece ilk bakışta öyle geliyor. Isayama insanları başta yanlış yönlendirmeyi çok seviyor.

  3. lulu
    14 Nisan 2021
    Yanıtla

    Açıklamaların serinin kendisinden daha iyi

    • Feindbild
      15 Nisan 2021
      Yanıtla

      Haha, teşekkürler.

  4. KAx
    15 Nisan 2021
    Yanıtla

    Böyle analizler daha gelecek mi?

    • Feindbild
      15 Nisan 2021
      Yanıtla

      Şu anlık aklımda yazmak istediğim bir yazı daha var ama şu ana kadar yazdıklarımdan daha farklı bir şey. Ondan sonra ne olacağını zaman gösterir.

  5. Ali
    25 Nisan 2021
    Yanıtla

    Okurken burayı da okuyup geçiyim dediğim paneller meğer içlerinde ne büyük anlamlar taşıyorlarmış.
    Ellerinize sağlık. İlerideki yazılarınızı da okumak için bekliyoruz.

    • Feindbild
      27 Nisan 2021
      Yanıtla

      Teşekkürler 🙂 SnK’yı tekrar okumak yararlı oluyor çünkü ilk okumada detaylar gözden kaçabiliyor.

  6. joatmon-kun
    27 Temmuz 2021
    Yanıtla

    Keşke Ymir, İlk krala gerçekten aşık olmak yerine aşkı onda bulduğunu zannetseydi. Hep düşünmüşümdür, böylesi daha etkileyici olmaz mıydı diye.

    • Halempa
      13 Mart 2022
      Yanıtla

      Snk’nın kokusundan bulan sadık youtuber, burada da mı sen .d youtube’da joatmon’un aot güncel yorumlarını gördükten sonra bu yorumlama meselesine merak saldım ve burada da joatmon…

  7. Simge
    6 Nisan 2022
    Yanıtla

    Merhaba normalde hiç bloglara yorum atmam ama yazılarınızı çok beğendim ve kendime engel olamadım 🙂 Bu yazınızdaki kabilecilik bağlamında mangada da bir detay olduğunu düşünüyorum. Son chapterda eren armine dünyayı kurtaracak kişi sensin dedikten sonra deniz kabuğu veriyor. Okudunuz mu bilmiyorum ama Sineklerin Tanrısı adlı romanda deniz kabuğu; düzeni, birleşip toplanmayı ve çoğulcu demokrasiyi temsil ediyor. Hatta bu romanın mangayla ve Japonya tarihi ile kesiştiği ilginç noktalar daha var bana göre örneğin:
    Kitap Dünya Savaşı’nda yaşanan nükleer atom bombası etkisinden korunmak için Britanyalı bir grup çocuğun uçak ile taşınmasını konu alarak başlıyor. Bu uçak düşürülüyor ve çocuklar ıssız bir adaya mahkum oluyor. Sashanin babasının tabiriyle ormandan kaçarken daha büyük bir ormana sürükleniyorlar aslında. Kitabın devamında adaya düşen çocukların deyim yerindeyse kötü eğilimlerini bastıramayıp şeytanlaşması birbirlerini öldürmesi kabileleşmesi anlatılıyor. Tıpkı mangadaki keşif Birliği askerlerinin birbirlerini katletmeleri gibi. Hatta kitapta söyle bir detay daha var mangayla bir olan Baalzebub=sineklerin tanrısı demek. Sineklerin Tanrısının, insanın nefsini, kibrini besleyerek kötülüğe yönelttiğine inanılıyor. Bu; Yazınızdaki Mikasa’nın ünlü sahnesinde olan sineği andırıyor bana göre. Kitabın yazarının asıl anlatmaya çalıştığıysa insanın içindeki kötülükle, şeytanıyla birlikte yaşaması.. Yanlış hatırlamıyorsam bir bölümde animede buna da değindiler. Şeytanları dışarıda bir ülkede bir adada aramak yerine kendimizde arasak bu düzen değişir gibi ne dersiniz 🙂

    • Feindbild
      12 Nisan 2022
      Yanıtla

      Çok teşekkürler 🙂 Sineklerin Tanrısı’nı okumadım ama yaptığınız yorum ilgimi arttırdı.

      Düzenin değişmesi mevzusu tam olarak nasıl olur, gerçekten bilmiyorum. Dünyaya yardımı olabileceğini düşündüğüm kimi şeyler var ve yazılarımda kimi zaman bazılarından bahsediyorum. Lakin bunları sık sık tekrar gözden geçiriyorum, değiştiriyorum veya geliştiriyorum. Örneğin, diyaloğun önemli olduğunu düşünsem de, sınırları ne acaba diye merak ediyorum. Kiminle diyalog, nasıl diyalog, hangi konuda bağ kurmak vs. Aynı zamanda Isayama’nın değindiği gibi, diyalog kuramayacağınız birisiyle karşılaştığınız zaman ne yapacaksınız? Sözün özü, şeytanlarımızla yaşamak fikrine teorik olarak katılıyorum fakat bu işin biraz daha metaforik kısmı oluyor. İşi somuta dökmek, detaylandırmak, sistemsel boyuta getirmek ve dünyayı buna göre değiştirmek gibi şeyleri de düşünmek gerek.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir