Shingeki no Kyojin.
Bu serinin ismini onlarca, hatta belki de yüzden fazla kez bu sitede yazmış olmalıyım. Bir dönem, kurgusal incelemelerimin merkezine oturdu ve beni içine girdap gibi çekti. Nadiren bir kurgudan bu kadar çok zevk ve tatmin aldığım olmuştu. Lakin, pek çok hayran gibi, ben de, serinin sonuyla beraber anlatısal olarak bir şeyleri yerine oturtmakta zorlandım. Bu o kadar karışık bir hale geldi ki, bir noktada seri bir başyapıt mı yoksa çöplük mü diye gidip geldim. Aradan bir seneyi aşkın zaman geçmesine rağmen, ne anlattığından hala tam olarak emin değilim çünkü o sayfalar her şeyi değiştirdi.
Nasıl değiştirmesin? Anime ve manga tarihinde, belki de kurgu tarihinde, böyle bir fiyasko ne okudum ne de duydum. Bir yazar, bitirdiği bir eseri, küçücük bir değişiklikle, tamamen değiştirdi, ve önceki açıklamayı paramparça etti. Eğer seri hakkındaki o ana kadar yazdıklarıma bu kadar duygusal yatırım yapmış olmasaydım ve yazılarımı okuyanlara karşı bir sorumluluk hissetmiş olmasaydım, belki de cilt finalini yorumlamak için bu kadar zaman harcamazdım. Bu sorumluluğu hissettim çünkü yazılarımı takip eden okuyucuların fikrimi bilmek isteyeceğini düşünmemin yanısıra, “Faşist bir seriyi mi övdüm?” düşüncesi beni rahatsız etmişti.
Yukarıda küçük bir yalan söylemiş olabilirim. Seri sonuna bu kadar odaklanmamın önemli diğer bir sebebi, onu açıklama isteğimdi. Bu kadar sevdiğim ve o ana kadar belli temaları bağlayarak gelmiş bir seri, bir anda tutarsız ve açıklanamaz bir hale gelmişti. Bu beni derinden rahatsız etti. Bu yüzden, o zamandan beri arada “Bir tane daha yazı yazsam mı?” diye düşünüyorum. Lakin serinin bitiş şeklinin, açıkçası, terbiyesizliği, bir okuyucu ve yorumcu olarak saygısızlık olarak gördüğüm bir şeydi ve beni bundan alıkoydu. Diğer bir sebebi, üst üste çok fazla Shingeki no Kyojin yazısı yazdığım bir dönemden sonra, biraz uzak kalma isteğiydi. Yeterince zaman geçmiş olmalı ki bu yazıyı yazıyorum ve aklımda seriyi açıklayabilecek bir yorum var.
Başlık resmi: rainonmeart
[Bu yazı, Shingeki no Kyojin mangasının tamamından spoiler içermektedir.] [Bu yazı, yazarın kendi sitesinde de yayımlanmıştır.]Kimlik Krizi ve Trajedi
Serinin sonu, tekrar belirteyim, tam olarak nedir bilmiyorum çünkü bence serinin yeterince kuvvetli bir şekilde tutarlı bir açıklaması yok. Belki de işin en rahatsız edici noktası bu çünkü faşizan olduğunu doğrudan gösterebilseydik, en azından buna odaklanır ve seriyi o açıdan yorumlardım. Serinin insanlık ve dünya hakkındaki önermelerine bu açıdan cevap verirdim. Lakin bunu da net bir şekilde diyemiyoruz çünkü faşizm karşıtı yanları da var. Bu da, bence, Shingeki no Kyojin’in temelindeki bir şeye değiniyor: serinin kimlik krizi.
Örneğin, diğer bir yazımda bahsettiğim gibi, Schmittçi bir açıdan faşizan bir anlatı sunuyor gibi göründüğü yerler var. Başka etnik grupların bir suçu olmamasına rağmen savaşın kaçınılmaz olması bunu destekliyor. Lakin o zaman neden diğer grupların çektiklerine bu kadar vurgu yapılıyor? Neden savaş kaçınılmaz bir şey olarak sunulsa bile, bu kadar kötü bir şey olarak gösteriliyor? Bunlar tam anlamıyla “onaylayıcı” denebilecek şeyler değil.
Öte yandan, seri faşizan değilse, neden etnik grupların birbirleriyle çatışmaları kaçınılmaz ve bu kadar yok edici olarak sunuluyor? Neden insanlık sürekli olarak bir kabilenin başka kabileleri bastırdığı bir grup vahşi olarak gösteriliyor (devler çıkmadan önce bile böyleler)? Neden şiddet döngüsü ve dev döngüsü sürekli bir şekilde devam ediyor?
Bu sebepler dolayısıyla, seriye ne tam anlamıyla faşizan ne de tam anlamıyla faşizan-olmayan diyebiliyoruz. Birbiriyle çelişen anlatılar sunuyor.
Nihilist Kadercilik
Bunları demiş olmakla beraber, bir yorumlama şekli, bir noktaya kadar bu çatışmaların üstesinden geliyor. Daha doğrusu, onları tam anlamıyla cevaplamasa bile, daha bütüncül bir anlatı sunuyor. “Nihilist kadercilik” dediğimin bu yorum şeklinin birkaç önermesi var.
- Kader diye bir şey vardır ve bu değiştirilemez.
- İnsan türü aşırı şiddetli bir türdür.
- Kimi insanlar, grupları bu şiddet döngüsünün dışına çıkarmaya çalışsa ve bir noktaya kadar bunu başarsalar da, bu nihai olarak başarısız olacaktır çünkü insan doğası değiştirilemez.
- Buna rağmen, bunu deneyen kişiler olması kaçınılmazdır çünkü bu onların kaderidir.
Bu kabullere baktığımızda, bunların seriyi daha bütüncül bir şekilde yorumlayabildiğini görüyoruz. Daha önceki yazılarımda ortaya attığım kimi soruları da cevaplayabiliyorlar.
Örneğin, geleceğin değiştirilemez olması, Eren’in gördüğü görülerin neden değiştirilemez olduğunu açıklıyor. Aynı zamanda, Armin ve tayfasının neden başarısız olduğunu da açıklıyor.
İnsan türünün aşırı şiddetli bir tür olması ve bunun değiştirilemez olduğu kabulleri, seride gördüğümüz her şeyi onaylıyor. Neden titan döngüsü öncesinde bile insan türünün tamamen şiddetli bir grup olarak gösterildiğini açıklıyor. Neden titan döngüsünün ortaya çıktığını açıklıyor. Titan döngüsü bittikten sonra bile insanların neden savaşmaya devam ettiğini açıklıyor. Aynı zamanda, sembolik olarak, serinin sonunda neden titan döngüsünün tekrar başladığını açıklıyor.
Son olarak, bu döngünün dışına çıkmaya çalışan kişiler olması ve bunun nihai olarak başarısız olması, Armin ve diğerlerinin mücadelisini açıklayabiliyor. Seri boyunca gördüğümüz pek çok birey, bu döngünün dışına çıkmaya çalıştı. Bunu neden denediler? Isayama doğrudan bir cevap vermiyor fakat bunu Eren’in kendi kişiliği hakkında öne sürdüğü açıklamada bulabiliriz.
Eren: Bence… biz böyle doğmuşuz. Sadece ilerlemeye devam ediyorum.
“Biz böyle doğmuşuz.”
Bu, kritik bir açıklama. Şimdi, Shingeki no Kyojin, tarihsel koşullara ve sosyal koşullamaya önem veriyor. Örneğin, Marleylilerin, Paradis Adası’ndakilerden nefretini bu sosyal koşullama ile açıklıyor. Lakin Eren gibi kimi bireylerin daha farklı olmasınının sosyal şartlama dışında bir sebebi olduğuna da işaret ediyor. Ne de olsa, Eren, küçüklüğünden beri özgürlüğün peşinden giden ve bu uğurda başkalarını öldürebilen birisi oldu. Dev olayları olmadan önce bile, Mikasa’yı kurtarmak için birilerini öldürmesinden bunu görüyoruz. Aynı zamanda, Grisha’nın onu şartlamadığını da seride gördük. Yani Eren’in böyle olmasının, seri içinde, sosyal şartlamayla açıklanabilecek bir yanı yok. Bu yüzden, Eren “Biz böyle doğmuşuz,” diyor.
Bunu, genetik bir determinizm olarak görenler olabilir fakat bu noktada tam olarak emin değilim. Evet, bu açıklama yazarın kendi fikri olabilir fakat Eren, basit bir şekilde, kendi bilgisi dahilinde konuşuyor da olabilir. Yani aslında aslında başka etkenler olsa bile, Eren bunların farkında olmayabilir. Örneğin, özgürlük tutkunluğu, surlar içinde doğmuş ve büyümüş bir birey olmasından kaynaklanıyor olabilir. Sonuçta özel bir şartlama olmasa bile, kimi kişiler, aynı olaylara farklı tepkiler verir. Lakin bu noktada, bu açıklama, yazarın genetik indirgemeciliği mi, yoksa daha karmaşık bir şey mi, bilemiyoruz.
Yukarıda yapılan açıklamanın, aynı şekilde, barış arayan bireylere de uygulanabileceğini söyleyebiliriz. Basit veya karmaşık sebepler dolayısıyla, kimi bireyler, “doğaları gereği” barış arar.
Kenny: Gördüğüm her bir kişi aynıydı. İçki de olsa, kadınlar da olsa, tanrı bile olsa.
Kenny: Aile, kral, rüyalar, çocuklar, güç…
Kenny: Bir şeyle sarhoş olmadıkları zaman devam edemiyorlardı. Hepsi… bir şeye köleydi.
Yani, barış arayan bireylerin köle olduğu şey, barış isteği oluyor. Burada, bu kaderci bakış açısının, Eren’in son anlarını açıklayabildiğini de görüyoruz.
Grisha: Eren. Bu senin ismin.
Eren: Neden bilmiyorum fakat… yapmak istedim… zorundaydım…
Grisha: Eren, sen özgürsün…
Eren, bu noktada, özgürlük arayışının kendi “kölesi olduğu şey” manasına geldiğini ve asla özgür olamayacağını fark ediyor. Bu yüzden, onun anladığı şekliyle, özgürlüğün imkansız olduğunu görüyor. Yani, ömrü boyunca peşinde koştuğu ideal imkansız bir şeydi. Bu yüzden verdiği savaşın hiçbir anlamı yoktu. Ancak bunu bir noktada fark etmiş olması bile Eren’i durdurmadı “çünkü bu onun doğası.” İşin en büyük ironisi de burada.
Bu sebepler dolayısıyla, serinin cilt finalinin oldukça kaderci ve nihilist bir son olduğunu söyleyebiliriz. Bu noktada, Isayama’nın bir röportajından şu sözleri hatırlamak yararlı olacaktır.
Röportajcı: Isayama-san, Shingeki no Kyojin’in sizin değerlerinizi yansıttığını düşünüyor musunuz?
Isayama: Bence benim “bir şeyleri yok ederek” kendimi ifade etmemi yansıtıyor — medeniyeti yok etmekten veya insanlığı imha etmekten değil fakat “dünyayı tepetaklak etmekten” bahsediyorum. Zannedersem Minoru Furuya’nın işlerinden etkilendim. Özellikle Shingeki no Kyojin’in sonu, tamamen bir şeyleri yok etme arzumu yansıtıyor.
Aynı zamanda, şu sözler de yararlı olacaktır.
İşin sonunda, serinin neyin “iyi” neyin “kötü” olduğu konusunda bir yargıya vardığını düşünmüyorum. Örneğin, Furuya Minoru’nun “Himeanole” hikayesini okuduğumda, sosyal normlar altında, toplumun hikayedeki seri katili affedilemez olarak göreceğini biliyordum. Ancak hayatını ve arka planını göz önüne alınca hala merak ettim, “Bu onun doğası idiyse, suçlayacak kişi kim?” Hatta şunu bile merak ettim: “Bir katil olarak doğmamam sadece bir tesadüf mü?” Kesinlikle başaramadığımız şeyleri “çaba eksikliğine bağlı bir hata” olarak değerlendiririz ve bunda bir acılık var. Öte yandan, bir fail için, “Bu hale gelmemin sebebi çabalamamam değil,” demenin bir tesellisi var. Bu koşullar altında kurbanın hislerinin önemli olduğunu inkar edemeyiz. Ancak sorunun kökenini değerlendirirsek, “Doğru olan nedir?” sorusunu yanıtlamak yerine, başka çalışmalar ve felsefelerden esinlenmek ve bu anlar sırasındaki hislerimi doğrudan bir şekilde yansıtmak – bence Shingeki no Kyojin’in sonu buna benzeyecek.
Bunların üstüne, bir de şu sahneyi tekrar bir hatırlayalım.
Annie: Gerçekten sana bu kadar iyi birisi gibi mi görünüyorum?
Armin: “İyi birisi” mi? Ben… gerçekten bu ifadeyi sevmiyorum. Yani… bu sadece sana faydalı bir şekilde davranan birisine verdiğin bir isimdir. Hiç kimsenin herkese faydalı bir şekilde davranabileceğine inanmıyorum.
Serinin yaratıcısının, seride insanlık hakkındaki en iyi gözlemci karaktere bunu söylettirmesi boşuna değil. Bütün bunlar bir arada ele alınınca, şunları söyleyebiliriz.
Isayama, seride, kaderci ve nihilist bir yaklaşımı savunuyor. İnsanların ahlaki değer yargılarını tepetaklak etmeyi, başka bir deyişle bu konudaki değer yargılarını yok etmeyi amaçlıyordu. Bunu yapmak için, dünyanın %80’ini yok eden bir soykırımcının neden “bunu yapmak zorunda kaldığını” gösteren bir seri yazdı.
Isayama, seride, kendisini ahlaki değer yargılarının “üstünde” konumlandırıyor. Ahlaki yargıları tamamen göreli olarak görüyor ve bunları öyle sunuyor. Bu yüzden seriyi yazarken, belli bir “ahlaki sona” bağlama ihtiyacını içten gelen bir şekilde hissetmemiş olmalı (bunu, sonradan göstereceğim üzere, sonradan hayranların düşünceleri gereği yapmayı deniyor fakat bu haliyle serinin sonu içine sinmiyor).
Isayama, bunları yapabilmek için, öncelikle bize seveceğimiz karakterler ve önemseyeceğimiz çatışmalar ile davalar sundu. Ardından kendince bunların yapıçözümünü yaparak, onların aslında içinin boş olduğunu göstermeyi denedi.
Trajedinin Trajedisi
Bu açıklama, Isayama’nın planladığı şekliyle orijinal sonun neden bu kadar yıkıcı olduğunu açıklayabiliyor. Röportajlardan anladığımız kadarıyla, Isayama aslında orijinal olarak yıkıcı bir son planlıyormuş (bkz:Bessatsu Shōnen 2017 röportajı) fakat hayranların hissiyatını ve serinin popülerliğini düşününce bunu değiştirmiş. Serinin dergi sonuna ve cilt sonuna baktığımızda, dergi sonu daha iyimserken, cilt sonunun inanılmaz derecede yıkıcı olduğunu görüyoruz. Bugüne kadar okuduğumuz bütün mücadelelerin başarısız olduğu manasına geliyor. Bu yüzden, cilt sonunun aslında Isayama’nın planladığı orijinal sona daha yakın olduğunu söyleyebiliriz. Bu açıdan, Shingeki no Kyojin’in hikayesinin bir trajedi olmasının amaçlandığı söylenebilir.
Bunları demiş olmakla beraber, önceki sonu sadece birkaç sayfa ekleyerek değiştirmek, kesinlikle bunun için izlenecek yol değildi. Serinin mesajını tamamen değiştirmesinin yanısıra, bunu oldubittiye getirdi. Başka bir deyişle, anlatısal olarak, bunları hikayeye yedirmenin yanına bile yaklaşmadı.
İşin diğer yanında, Shingeki no Kyojin, nihilist ve mutlak ahlaki görelilikçi tutumunu yeterince iyi bir şekilde anlatamıyor. Armin’in, Zeke’in ve Kenny’nin sarf ettiği birkaç laf ve serinin sonuna eklenen birkaç sayfa haricinde, serinin anlatısının nihilist bir şekilde ilerlediğini görmüyoruz. Zaten bu yüzden, son eklenen birkaç sayfaya kadar, seriyi hemen hiç kimse bu şekilde yorumlamadı. Evet, insanların ahlaki değerlerinin içinde bulundukları koşullara göre şekillenndiğini gösteriyor. Evet, ahlakın siyah-beyaz olmadığını gösteriyor. Lakin seri içinde yapılan öldürmelerin ahlaki olarak bir noktada yanlış olduğu mesajının dışına asla çıkılmıyor. Bunlar hep bize aşırı şiddetli ve trajik şeyler olarak sunuluyor. Bunu, belki de, en iyi şekilde serinin baş karakterinde görüyoruz. Eren, dünyanın %80’ini yok ederek dünyasındaki en büyük katliamı yaparken bile, bunun iğrenç bir şey olduğunu bilerek yapıyor. Hatta bu onu o kadar travmatize ediyor ki, zihni kendini korumak için çocukluğuna geri dönüyor.
Belki de serinin en büyük kimlik krizi bu noktada yaşanıyor. Bir yandan, nihilist bir tutumla ahlakın göreli olduğu ve insan türünün şiddete mahkum olduğu söyleniyor. Diğer yandan, bize bu şiddetin ne kadar korkunç ve yanlış bir şey olduğu gösteriliyor. Eğer ahlak göreliyse, bu neden yanlış olsun? Eğer ahlak göreli değilse, neden nihilist bir tutum izleniyor?
Bütün bu sorular ve serinin acele ettirilmiş ve değiştirilmiş sonu, bu trajedi hikayesini kendi içerisinde bir trajedi haline getiriyor. Serinin şiddet konusundaki çelişkili tutumu da bunu cilalıyor. Bir yandan şiddetin ve nefretin ne kadar aşağılık ve kötü bir şey olduğu gösteriliyor, öte yandan onu olumlayan bir anlatı sunuyor. Biraz açarsak, serinin çelişkileri şu temellere dayanıyor.
- Ahlaki nihilizm, ahlakın tamamen göreli olduğunu söyler.
- Shingeki no Kyojin, ahlakın tamamen göreli olduğunu söylüyor.
- Seri, aynı zamanda, insan türünün şiddet dolu olduğunu ve bunun değiştirilemeyeceğini söylüyor.
- Bununla beraber, Shingeki no Kyojin, bu şiddet döngüsünün ne kadar kötü ve trajik bir şey olduğunu anlatıyor.
- Shingeki no Kyojin, dolayısıyla, bir ahlaki yargıda bulunuyor ve kendi mesajıyla çelişiyor.
- Bunun bir uzantısı olarak, seri kendisini şiddet kullanımının ahlaki meşruiyeti sorusunun üstündeymiş gibi konumlandırsa da, aslında şiddetin kötü bir şey olduğu yargısında bulunduğu için, bu mesafeyi de sağlayamıyor. Yani, şiddeti “sadece bir olay” olarak sunmak yerine, onu trajikleştirdiği ve ona bir ahlaki değer yargısı atfettiği için, şiddetin meşruiyeti sorununu sadece “göreli bakış açılarından” oluşan bir şekilde sunamıyor
- Bu da, serinin, şiddetin meşruiyeti sorununu ele alması gerektiği manasına geliyor. Lakin seri bu sorunun “üstünde” konumlanmaya çalıştığı için, bunu yapmıyor. Bu da, seride bir boşluğa yol açıyor.
Sözün özü, Shingeki no Kyojin, nihilist olmaya çalışıyor ama bunu düzgün bir şekilde beceremiyor. Bunun yüzünden, şiddet sorunu hakkında ne söylemek istediğine karar veremiyor.
Sözün özünün de özü, bir şeyin kötü olduğunu söyleyip/gösterip, ardından ahlaki değer yargılarının üstündeymiş gibi davranamazsınız.
Bu problemler, seri oldukça ilginç temaları işlemiş veya işlemeyi denemiş olsa da, neden anlatısının işin sonunda çelişkili ve içinden çıkılmaz bir hikaye sunduğunu açıklayabiliyor. Bu çelişkiler, seri felsefi olarak yetersiz kaldığı için mevcut. Serinin kendisini üstüne kurduğu sorunlar, felsefi olarak yeterli bir şekilde ele alınmadığı için, bunlar yazarın çelişkili anlatılar sunmasına yol açıyor. Üstüne bir de sayfa ekleme olayı eklenince, serinin trajedisi büyüyor.
Açıkçası, seri, şiddet sorunu ve etnik gerginlikler gibi konuları ele almamış olsa, “En azından denedin,” diyebilirdim. Ama günümüz için bu kadar önemli ve hassas konuların bu kadar eksik ve tehlikeli bir şekilde ele alınmış olması, bunu dememi bile engelliyor. Lakin en azından kendimi şöyle teselli ediyorum: serinin sonu o kadar tepki çekti ki, herhangi bir zararlı mesajı vardıysa bile, hemen hiç kimse buna dikkat etmeyecektir.
Merhaba, tüm yazılarınızı okuyorum ancak SnK’ya olan sinirim hala geçmediğinden hakkında ciddi bir konuşma yapmaktan kaçınıyorum.
Cevabınızın aslında Isayama’nın röportajlarında defalarca bahsettiği, yanlış hatırlamıyorsam sizin de ilk yazılarınızda vurgu yaptığınız, seride de çokça üzerinde durulan “iletişimsizlik” olduğunu düşünüyorum. Yani bence seri bize insanların şiddet dolu olduğunu ve bunun kaçınılamaz olduğunu söylemiyor. İletişim kurulmadığında şiddetin ortaya çıktığını bize söylüyor. Şiddetin bir parçası olan tüm karakterler empati kurmaya başladığında düşünceleri değişmeye başlıyor.
Bu dünya zalim çünkü bir canlı diğerini yiyor. Ama iletişim kurulabilse, yine de yer miydi?
Annie eğer titan olma sebeplerini anlatsaydı Armin ve Mikasa ona karşı savaşmak zorunda kalır mıydı?
Diğer önemli bir konu ise Tatakae mevzusu. Seri sonunda bu tamamen bir savaş çığlığına döndü. Korkmuş insanların, daha önce kendilerini öldürmek isteyen ve rumblingten etkilendikten sonra kendilerini affetmeyeceklerini düşündükleri insanlara karşı iletişim kurmadan söyledikleri savaş sloganı.
Ancak bu söz sadece bu anlama gelmek zorunda değildi en baştan beri. Bu söz mücadeleyi anlatan bir söz aslında benim gözümde. Durursan hiçbir şeyi başaramazsın, harekete geçmen lazım. Temeli bu olan söz seride tabii ki defalarca doğru çıkarıldı. Aslında bu söz kaderci anlayışa da en büyük isyanlardan biri. Bu sözün demek istediği şey hiçbir zaman şiddet uygulamadan kazanamazsın olmadı. Mücadele etmeden kazanamazsın oldu.
Seri şiddetin ne kadar kötü olduğunu (titan-sivil mücadelesi), iletişimsizliğin sonuçlarının ne kadar büyük olduğunu (Marco, Gabi, Alliance’ın yemek başı konuşması ve birçok diğer örnek), atalarının günahı-şeytanlar gibi lafların argüman olarak kullanılmasının ne kadar boş olduğunu (Gabi-Kaya) net bir şekilde veriyor. Aynı zamanda belki de eleştirilerinin en sertini Eldia milliyetçiliğine karşı yapıyor. Ve bunu bence tüm dünyanın anlayabileceği, herkese ulaşabileceği örneklerle yapıyor. Serinin sonunda bence başka nedenlerden dolayı olmaması gereken bir sahne olsa da, tüm ölüler birleşip ki bunların arasında Kruger, Xavier ve Grisha var rumblinge karşı geliyor. Bunların hepsi bence insanın değişmez bir şiddet doğası olduğu örneklerine karşı.
Korku, bencillik, zevk gibi insancıl bazı özellikler insanları şiddete itebiliyor ancak eğer iletişim varsa, bir taraf diğerini anlayabiliyorsa insanlar şiddeti aşabiliyor.
Peki son 4 sayfada Isayama ne yaptı?
Bence tamamen pozitif bir sonla bitirmek istemedi. Sizin yukarıda paylaştığınız sözler yüzünden. Kendisi bir şeylerin net olarak doğru olduğuna karar veren ve böyle olursa böyle olur diyen kişi olmak istemedi. Bu yüzden de Paradise’ın yok olduğu bir gelecek yazdı. Daha da önemlisi “Çocukları ormandan çıkaramadıkları bir gelecek.” Bunun nasıl bir iletişim sorunu olduğunu bilmiyoruz. Geçmişin etkisi var mı, yok mu bilmiyoruz. Ancak bu insanın şiddet doğasını kanıtlayan bir sonuç değil. Bu seri ile, bu anlatılanlar ile bu mümkün değil.
Başka hangi ihtimaller var dersek, belki de insanların aynı döngüye düşeceğini söylemek istedi yine bazı hatalar yapıp. Ancak bu hatalar, iletişim kuramamak, cahillik yine bize insan doğasının şiddet dolu ve değişmez olduğunu göstermez ki. Bu döngüyü oluşturan yine sebepler var elimizde.
Belki sadece Eren başarısız oldu demek istedi. Kruger’ın doğrudan Eren’e konuştuğu belirgin sözleri vardı Grisha ile konuşmasında. “Birilerini sev, bu nefret döngüsünü ancak bu bozabilir” diye. Eren’in arkadaşlarını çok sevdiğini biliyoruz ancak sevgisinde bir eksiklik olabilir belki. Nicelik değil de nitelik bakımından. Rumbling ile bu denileni yapamadı.
Çocukların ormandan çıkmasını da bilerek belirtmek istedim. Bunun yapılabileceğinden defalarca bahsedildi çünkü. Ancak Isayama dedi ki %80i öldürdüğün bir sonda bu olmadı. Belki de sadece %80in geçerli bir barış kapısı açan yol olmasını istemedi. Çünkü bence dergi 139 sonu bu konuda daha problemliydi.
Eren konusunda çok fazla konuşmak istemiyorum aslında ama Isayama’nın istediği Eren nasıl biri idi bilmiyorum ancak yazdığı Eren kan isteyen bir seri katil hiç olmadı. Bunu belirtme nedenim “Doğarken bir seri katil olarak doğmama nedenim şans mı?” gibi bir cümle kullanması. Çocukken kötü davranışlara sahip insanları dahi yok edilmesi gereken canavarlar olarak gördüğü doğru. Ancak bunu aştığını 3. sezonun iki partı da daha ne kadar iyi gösterebilirdi ki? Ya da 4. sezonda eski intikam cümlesi için saçmalık demesi. Eren bu konuyu Annie, Bertholdt ve Reiner ile aştı. Kahraman Eren’in yoldaşları canavarlardı. Anladı ki kimse siyah ya da beyaz değil.
Eren’in kişiliğini doğuma, genetik sebeplere mi bağlıyor yoksa bu sadece Eren’in yaklaşımı mı bilmiyorum. Eren’in tamamen böyle yaklaşıp yaklaşmadığı bile net değil ancak yetişme şekline baktığımızda görebileceğimiz bazı ayrıntılar var. Eren diğer çocukların neredeyse hepsinin aksine sevgi dolu bir şekilde büyüdü. Bu yetişme şekli ona açıkça bazı şeyler kattı. Anlayışlı, insanlar üzerindeki gözlem yeteneği oldukça iyi (Armin, Mikasa, Annie, Historia), sorunlara çözümler arayan, mücadele eden insanlara saygı duyan, meraklı ve etrafında topladığı insanlar az ama hepsine güçlü bir şekilde bağlı bir çocuk oldu. Duvarın da etkisi bariz zaten. Isayama ne düşünerek yazmış olursa olsun – bir itirafına göre kendisini en çok benzettiği kişinin Eren olduğunu da dikkate alırsak- yazımı yetişme şeklinin ve çevresinin Eren üzerinde belirgin etkileri olduğunu gösteriyor. Burada Eren’in karakteriyle alakalı bu sıfatları açıklamadım ama gerekirse hepsini neleri düşünerek yazdığımı açıklayabilirim.
Konunun Eren ile bağına dönersek bu anlatımla Eren neden çelişiyor? Çünkü Eren çoğu insanın tam tersine öldüreceği insanlarla empati kuruyor. Onları anlıyor, onların ne hissedeceğini biliyor. Kendi mottosu “Çünkü bu dünyaya doğdum” iken başkalarının hayatlarını almaya hazır. Bu noktada Isayama Eren üzerinden yine gösteriyor ki şiddet kesinlikle kötü. Peki madem iletişim sorun ise, empati kuramamak bir sorun ise neden Eren bunun tersine davranıyor? Çünkü bu sefer Eren’i anlamayan karşı taraf ve diğer insanların aksine Eren böyle yetişti. Müthiş bir sevgi bağı ile, şımarıkça, sahip olduklarını kaybetmekten nefret edercesine, her şeye sahip olan, sevgiyi paylaşmayan ailesinin tek çocuğu olarak. Özgürlüğünün başkaları tarafından alınmasına karşı, başkalarının onu anlaması için sahip olduklarını feda etmek istemeyen bir karakter olarak yetişti. İletişim kurması gerektiğini ve insanların anlayacağını biliyor ancak bunun zorluğuyla, riskiyle mücadele etmek istemiyor. Çünkü onu anlamaya dahi çalışmayan bir topluluk var. Eren insanlıktan öne kendini koyuyor. Şımarık ve sahip olduğu hiçbir şeyi feda etmeyecek.
“İnsanlık bize düşman diye, el ele tutuşup yanmayı mı bekleyeceğiz.” Bu cümleyi her dönüp okuduğumda Eren ve Historia’nın düşüncelerinin son arclarda yeterince iyi verilmemesi çok canımı sıkıyor açıkçası. Bu bakış açısının rumbling durumunda nasıl bambaşka bir noktaya geldiğinin daha fazla verilmesi gerektiğini düşünüyordum ancak Isayama bunu geçiştirdi ve sonunda da sanki Eren zevk için yapıyormuş gibi anlamlara çıkabilecek yerlere getirdi açıklamasını.
Sonuçta bana göre bakış açısı sunmak istediği şiddetin meşruiyeti ile alakalı bir sorgulama yaptırmak değil, tüm iletişim problemlerini aştığında bile bir insanın nasıl böyle aşağılık bir karar verebileceğini göstermek, nedenleriyle birlikte. Bundan çok uzak olmadığımızı da düşünüyor ve bence bir şeyleri yok etme hissinin kendisine çok uzak gelmemesinden dolayı böyle bir yazımı var. Eren’in kahraman olmak isteyen, sadece titan değil, yolsuzluk, haksızlık yapan insanlara da karşı olan bir çocuk olarak başlayıp insan katledecek kadar yozlaşmış bir noktaya gelmesi de bence bunu destekliyor.
Konudan çok saptığım, anlamadığım ya da bahsettiklerinizi yazarken unutup saparak dediklerinizin anlamını değiştirecek bir noktaya getirdiğim yerler varsa şimdiden özür dilerim. Son 4 sayfa sonrası oluşan seri değerlendirmelerinizin çoğu yönüne katılmasam ve o sayfalar hariç finale baktığımızda sizin aksinize çok zayıf bir final görmüş olsam da yazdıklarınızı okumaktan ve incelemelerinizi görmekten keyif alıyorum. Son olarak Isayama’nın yazımında akıl karıştırıcı çok fazla yer var. Serinin finalinden beri bazı noktalara baktığımda çelişkili gibi gözüktüğü ya da kararsız olduğu yerler olduğunu düşünüyorum. Tamamen temiz bir zihinle yani seriye olan nefretimden ve bağlılığımdan arındığım bir zaman geldiğinde bu çelişkilerin nasıl ve ne zamandan beri olduğunu görmek istiyorum. O yüzden dediklerinize karşı serinin bana verdikleri çok tersken böyle bir çelişkide olamaz desem de yazarın bariz çelişkisinin dediğiniz sebepten olmasına da pay veriyorum.
Uzun ve içgörülü yorum için teşekkür ederim. Yazıda dediğim gibi, seri hakkındaki yorumumdan hala emin değilim ve büyük ihtimalla Isayama bir gün bunun hakkında ekstra bir şey demezse emin olmayacağım. Bunun sebebi, seride kasti veya kazara bir şekilde çelişkili anlatımlar olması. Lakin şu aralar, serideki temaları göreli olarak bağlayan en iyi yorumun nihilistimsi bir yorum olduğu düşüncesindeyim.
Bunların yanısıra, dikkatinizi çekmiştir, bu yazım, diğer yazılarımın aksine, aşırı detaylı bir şekilde seriyi sayfa sayfa inceleyen bir şey değil. Bunun bir sebebi, sürekli sürekli aynı sayfaları sunup durmama isteği. Ancak diğer bir sebebi de, serinin ağzımda çok nahoş bir tat bırakması. Serinin ilk sonu hakkında ben de sonradan biraz daha keskin bakmaya başladım. Shingeki no Kyojin gibi bir seri için fazla klasik bulduğum bir sondu. Lakin en azından elle tutulur ve anlaşılırdı. Cilt sonuysa her şeyi tepetaklak etti ve açıkçası okuyucunun yüzüne tükürdü. Ben de hala bu konuda öfkeliyim.
Açıkçası eklenen sayfalarda, eğer serinin yapmak istediği şey Paradis’in hataları yüzünden bu döngüden çıkamadığını görmekse, üç sorun var. İlk olarak, o sayfa sayısı bunları anlatmak için kesinlikle yeterli bir şey değil. Yorum olmadığı için ucu açık gibi görünüyor ama bir yandan aşırı hızlandırılmış bir şey olduğu için, yazarın ne demek istediğini anlamak gerçekten çok zor. İkinci olarak, ben titan döngüsünün doğanın ve insanın şiddetini sembolize ettiğini düşünüyorum. Eğer şiddet döngüsü düzeltilebilir bir iletişimsizlik sorunu yüzünden devam ediyorsa, o zaman “doğanın” şiddeti neden insanlara geri döndü? Üçüncü olarak, insanlık, titan döngüsünden önce bile sırf şiddetten oluşan canlılar olarak gösteriliyor. Hatta, bireysel olarak şiddet döngüsünün dışına çıkmayı başaran kişiler olsa da, göreli olarak büyük bir grubun (kabile, ulus vs.) bunu yaptığı bir anı hiç görmedik. Bu durum, benim için, değişim deneyen bireylerin serinin sonunda başarısız olmasıyla da birleşince, insanlığın şiddet döngüsünün dışına çıkamayacağı mesajının verildiği anlamına geliyor.
Elbette, burada “acımasız dünya” görüşünün, surların içinde şiddet altında yaşayan insanların sosyal olarak geliştirdiği bir şey olduğu mesajının verildiği de söylenebilir. Lakin “acımalı dünya” diye bir şey hiç görmedik. Başka bir deyişle, seride başka bir dünyanın mümkün olduğunu gösteren bir şey olmadı. Örneğin, Armin, Eren ve Mikasa gibi karakterlerin neden dünyanın acımasız olduğunu düşündüğünü gösteren sahneleri gördük. Lakin, bu tarz bir şiddetin içinden geçip de, “dünya acımasız” sonucuna varmayan ve bu görüşü challenge eden bir karakter olmadı. Bu ve benzer sebepler dolayısıyla, bu “acımasız dünya” olayının bir sosyal inşadan öte, bir evrensel gerçek olarak sunulduğu düşüncesindeyim. Psikolojik olarak bakarsak, Isayama’nın bir çiftlikte büyüdüğünü ve bunun acımasızlığa bakışını etkilediğini söylediği röportajı da var. Bu noktada, karakter POV’undan öte, kendi dünya görüşünü aktarmış diye düşünüyorum.
“Müthiş bir sevgi bağı ile, şımarıkça, sahip olduklarını kaybetmekten nefret edercesine, her şeye sahip olan, sevgiyi paylaşmayan ailesinin tek çocuğu olarak. Özgürlüğünün başkaları tarafından alınmasına karşı, başkalarının onu anlaması için sahip olduklarını feda etmek istemeyen bir karakter olarak yetişti. İletişim kurması gerektiğini ve insanların anlayacağını biliyor ancak bunun zorluğuyla, riskiyle mücadele etmek istemiyor. Çünkü onu anlamaya dahi çalışmayan bir topluluk var. Eren insanlıktan öne kendini koyuyor. Şımarık ve sahip olduğu hiçbir şeyi feda etmeyecek.”
Sevgi kısmı üstüne düşünmem gerek fakat özellikle kalın puntoyla belirttiğim kısımlarda çok doğru noktalara parmak bastığınızı düşünüyorum. Olaya bu açıdan bakmamıştım ve okuması çok keyifli oldu. Lakin işin diğer yanında, Eren’in gelecekten değiştirilemez görüler alması var ve bildiğimiz kadarıyla bu evrende görü sistemi süperdeterminist bir şekilde ilerliyor. Eren’in bu görüleri değiştirilebileceği hiçbir şekilde ima edilmedi. Yani, Eren, belki, istese bile geleceği değiştiremeyebilirdi. Sonuçta, çok az bir ömrü kalana kadar diyalog yolunun ilerlemesini bekledi. Öte yandan, gelecekten gelen görü olayı, hemen her zaman yolculuğu hikayesi gibi, bir paradoks ve tutarsızlık. Bu yüzden, biraz analiz edince hemen parçalanıyor.
Seri hakkında gerçek ne olursa olsun, kesin olarak diyebileceğim tek şey, Isayama’nın serinin sonunda demek istediğini yanlışlarla dolu bir şekilde anlattığı ve serinin sonunu yorumlamanın zorluğunun, çok kuvvetli bir şekilde, kaliteden öte kalitesizlikten geldiği. Bir zamanlar favorim olmuş bir seri için bunu demek koyuyor ama gerçekten kotarılamadı.
When They Cry serisiyle alakalı yazı yazabilir misiniz ?(Okuduysanız veya izlediyseniz tabii)
Bence yazar finali nasıl yapacağı ile ilgili net bir fikre sahip değildi. Vermeye çalıştığı mesaj konusunda kendiyle böyle çelişen bir eser görmemiştim daha önce. Belkide yıllar geçtikçe fikirleri değişti, olgunlaştı ama biz okuyucu hikaye içerisinde bu keskin dönüşleri bir kalıba oturtmak konusunda zorlandık. Ayrıca biraz daha zamana ihtiyacı vardı hikayenin. En azından birkaç bölüm daha olmalıydı düşünüyorum. Kafamızda tam oturmayan çok şey oluştu bu şekilde. Ben yinede bize bu güzel eseri kazandırdığı için Hajime Isayama’ya ve bu kaliteli yazıların içinde sana teşekkürlerimi sunuyorum.