Eren Neden Şiddet Bağımlısıydı: Zayıflık, Utanç, Erkeklik, Onur, Özgürlük

“Genelleme yapmak zor olsa da (koşullar vakadan vakaya farklılık gösterir), failin uyguladığı şiddet, mağdur üzerindeki gücünü göstermeye yöneliktir. Kurban incitilir, korkutulur, utandırılır, istismar edilir. Fail, acı veren veya kontrol sağlayan bir eylem aracılığıyla, mağdura, ona ‘sahip olduğunu’ ve onu domine ettiğini iletmektedir.”

  • Violence: A Very Short Introduction (Şiddet: Çok Kısa Bir Giriş), 2022, Philip Dwyer, Oxford University Press

Bu yazı, Shingeki no Kyojin hikayesinin tamamından spoiler içermektedir.

Bu yazı, yazarın kendi sitesinde de yayımlanmıştır.

“O gün, insan ırkı, onlar tarafından domine edilmenin ve bir kuş kafesinde hapis tutulmanın utancını hatırladı.”

Yukarıda benim kalın puntolarla belirttiğim iki alıntıda da, domine edilmenin utancından bahsediliyor. Domine etmenin buradaki anlamı, Marriem-Webster veya Cambridge sözlüklerine bakılınca da görüleceği üzere, bir kişi üstünde kontrol sahibi olmaktır. Lakin bu kontrol basit bir şey değildir. Güç yoluyla elde edilen kontrolü kastetmektedir.

Bu açıdan bakıldığında, ilk alıntıda belirtildiği gibi, şiddet bir domine etme yoludur. Karşı tarafa şiddet uygulamak bir kontrol ve dominasyon mevzusudur. Bu, kurban için bir stres kaynağı olmanın yanısıra, pek çok duyguya yol açmaktadır. Bunlardan birisi utançtır. Ne de olsa, sizin lafınızı ağzınıza tıkan, saçmasapan bir emir veren, sizi dinlemeyen, size fiziksel olarak saldıran veyahut başka bir şekilde size aktif olarak fiziksel veya psikolojik şiddet uygulayan birisine karşılık verememekten daha utanç verici bir şey var mıdır? O sizi ezmiştir. O sizin onurunuzu zedelemiştir. O sizi bir hiç gibi bir kenara atmıştır. Ve siz buna karşılık verememişsinizdir. Ne kadar aşağılık, iğrenç, utanılacak bir şey, değil mi?

Ya da gerçekten öyle mi?

Erkeklik Kavramına Yüklenenler

“Tarihin büyük bölümünde, erkek erkeğe şiddet eylemi, mağdurla ilgili olduğu kadar, kişinin akranlarının önünde kendini kanıtlaması ve bir gruba ait olmasıyla da ilgiliydi. Bu bölümde erkeklerin neden kavga edip öldürdüklerine, kullanılan şiddet türlerine (kan davası, bıçaklı kavga, düello) ve bu şiddetin sıklıkla ‘namus/onur toplulukları’ olarak adlandırılan topluluklarla nasıl bağlantılı olduğuna bakacağız…”

“Hem geçmişteki hem de günümüz dünyasındaki birçok toplumda, erkeğin onuru, onun savaşmaya hazır olmasına bağlıdır. Onur, akranların veya toplumun bir bireye duyduğu saygıyı içerir; genellikle fiziksel güç ve cinsel yetenekle bağlantılıdır. Onuru bir varlık olarak düşünün, tıpkı mülkiyet gibi, özellikle erkeklerin çok değer verdiği bir değer. Eğer birinin onuruna zarar verilirse, onu telafi etmenin tek yolu cezalandırıcı şiddettir. Bir kişinin erkekliğinin dışsal tezahürleri (kılıç veya bıçak taşımak gibi) bazı kültürlerde kişinin onurunu korumaya hazır olduğunun bir işareti olarak gerekliydi. Bir erkeğin erkekliğine pek çok şekilde zarar verilebilir: bir hareket, bir bakış, bir hakaret, boynuzluluk suçlaması. Bu, erkeğin, 16. yüzyılda, İtalya, İspanya, Fransa ve İngiltere’de resmi düello ritüellerine yol açan bir şiddet eylemiyle (yumruk, asa, bıçak veya kılıçla) erkekliğini kanıtlayarak onurunu kurtarmasını gerektiriyordu. Japonya ve Hindistan’da da olduğu gibi. Şiddet, biçim ve işlev açısında, tarihçi Gerd Schwerhoff’un iddia ettiği üzere, , ciddi yaralanma ve ölümle sonuçlanabilecek, açıkça tanımlanmış bir olaylar dizisini (alay ve hakaretten tehdit edici hareketlere kadar) takip eden oldukça ritüelleştirilmiş dramalarda bu nedenle iç içe geçmişti. Bu dramalar genellikle halka açık olarak oynanırdı; ufak bir hakareti yanıtsız bırakmak, yalnızca bireyin değil ailenin de sosyal itibar kaybına yol açabilirdi.

  • Violence: A Very Short Introduction (Şiddet: Çok Kısa Bir Giriş), 2022, Philip Dwyer, Oxford University Press

Tarih profesörü Philip Dwyer‘ın yukarıdaki dizelerde aktardığı üzere, onur toplumları oldukça şiddetli toplumlardı. Bu toplumlarda, özellikle erkeğin erkeğe yaptığı şiddet oldukça yaygındır. Yine, aynı kitapta bahsettiği üzere, hem tarihsel olarak hem de günümüzde cinayetlerin %90-95’i erkekler tarafından işlenmiş ve işleniyor. Bunu destekleyici bir örnek verecek olursam, örneğin, Türkiye’ye baktığımızda, “Ceza infaz kurumlarının 31 Aralık 2020 tarihindeki nüfusunun %84,3’ünü hükümlüler ve %15,7’sini tutuklular oluşturdu. Bu kişilerin %96,0’ını erkekler, %4,0’ını ise kadınlar oluşturdu.” Cinayetlere baktığımızdaysa, buradaki şiddetin çoğunluğunun erkeğin erkeğe şiddeti olduğunu görüyoruz. “2022’de 630 erkek; 137 kadın saldırılarda öldürüldü. Erkeklerin oranı yüzde 82, kadınların yüzde 18 yapıyor. Son 14 yılda saldırılarda öldürülenler içinde erkeklerin oranı yüzde 78’in altına hiç düşmedi.”

Prof. Dr. Philip Dwyer

Bunlar, elbette, kadına yönelik erkek şiddeti önemsiz demek değil. Sadece yukarıda verdiğim istatistiklere bakarak bile, kadın cinayetlerinin çok büyük bir kısmının erkekler tarafından işlendiği tahmin edilebilir. Zira OECD verilerine Türkiye’deki her 100 kadından 38’i erkekler tarafından fiziksel veya cinsel şiddet gördüğünü rapor ediyor. Burada rapor ediyor diyorum çünkü Dwyer’ın kitabından bahsettiği ve başka pek çok araştırmada da geçtiği üzere, kadınlar yaşadıkları şiddeti olduğundan daha az rapor ediyor. Bunun sebepleri arasında “sorun çıkaran” olarak görülmeme, var olan sistem tarafından ciddiye alınmama, hatta suçlanma gibi sebepler var.

Bununla beraber, erkeğin erkeğe şiddeti de görüleceği üzere çok büyük bir sorun. Yukarıda yaptığım alıntılarda anlattığım onur kültürü, modernleşen ülkelerde geçmişe kıyasla daha az kuvvete sahip olsa da, hala etkisini sürdürüyor. Bunu çok basit bazı örneklerle anlatabileceğimi düşünüyorum. Sokakta birisine “yan bakmak” bile kavgaya, hatta cinayete yol açabiliyor; “kız meselesi” yüzünden onuru zedelenmiş hisseden pek çok erkek gerek ergenlik döneminde gerekse daha büyük yaşlarda birbiriyle kavga ediyor, hatta cinayet işliyor; sevgilisinin kendisinden ayrılması, aldatması veya en azından erkeğin bunu düşünmesi onun “onurunu ve erkekliğini” zedeliyor ve cinayet de dahil olmak üzere pek çok şiddet eylemine başvurmasına yol açıyor; trafikte “bana yanlış yaptın” diyerek kavgalar çıkıyor, cinayetler işleniyor; günlük konuşmada bile, kendisine yanlış yapıldığını ve onurunun zedelendiğini düşünen bir erkek, “Bir tane patlatacaktım!” diye övünüyor.

Bu örneklerin hepsini ya görmüş ya da duymuşuzdur. İnsan ne kadar modern olduğunu düşünürse düşünsün, içinde yetiştiği ve/ya yaşadığı toplumdan etkileniyor. Erkek bireyin aklına şu işleniyor: bana yanlış yapılırsa, buna şiddetle karşılık vermeliyim. Kişinin aklına işlenen diğer bir düşünce de, domine edilmenin ne kadar yanlış ve utanç verici bir şey olduğu oluyor. Sonuç olarak, onurunu koruyamayan ve domine edilen bir erkek, kendisine biçilen rolü yerine getirememiş oluyor. Artık akranlarının ve toplumun onayını alamıyor, “yeterince erkek” olamıyor. Böylelikle, canı pahasına bile olsa, onurunu koruyan erkek hikayeleri yazılıyor. Bu, bir ideal, nihai güçlülük ve erkeklik sembolü olarak sunuluyor. “Ne adam be!” diyor, Reiner kişi.

Kişi, bunu bilinçli bir şekilde düşünmese de, belki bunu bilinçli bir şekilde erkeklik algısıyla özdeşleştirmemiş olsa da, domine edilmeyi zayıf olmakla ve zayıf olmayı da utanılacak bir şey olmakla özdeşleştiriyor. Böylelikle, domine edilmek, sadece yaşanılan bir yanlışlıktan daha öte bir boyut kazanıyor: kişinin varlığını ve onurunu aşağılıyor, ona büyük bir utanç kaynağı oluyor. Bu yüzden, bir erkeğin zayıf olması asla kabul edilemez bir şey oluyor. Bunun da cevabı belli oluyor: kişi, cezalandırıcı şiddetle kendisini yenilemek ve onurunu kazanmak zorunda hissediyor. Erkek, böylelikle, yanlışlığa uğramanın cevabının şiddet olduğunu öğreniyor. Belki bunları sorguluyor, belki uyguladığı veya uygulayacağı şiddet ona bir anda bile olsa kabul edilemez görünüyor. Lakin ardından alternatifi düşünüyor. Domine edilmenin yarattığı aşağılanma ve utanma hissiyatı onu zıvanadan çıkaracak gibi oluyor. “Asla!” diyor. “Asla böyle bir şey kabul edemem!”

“Artık pek yakında, hepsi ölecek. Hayır, onları ben öldüreceğim. Onları öldüreceğim çoktan belirlenmiş. Bu da demek ki, Paradis’in kurtulması için bir yolu asla bulamadık. Bunların hepsi yok olacak. Evler. İnsanlar. Hayvanlar. Hayatlar. Rüyalar.”

“Annem ne düşünürdü? Ölmesi gerekenler biz Eldialılar değil miyiz? Surların Kralı’nın kendisi için ölüm yolunu seçtiği gibi…”

“Başka hiçbir şey değilse, adada ve dışında ölecek insan sayısı arasında inanılmaz bir fark yok mu? Fakat böyle bir sonu asla kabul edemem.

Özgürlük ve Şiddetin Ortak Yanı: Domine Edilme Sorunu

Eren’in, bahsettiğim tarzda bir düşünce yapısında olduğunu düşünüyorum. Hikayenin ilk sayfasında bile, sadece yaşanılan dehşet hissinden değil, aynı zamanda bu dominasyon sonucu sınırlanmanın getirdiği utançtan bahsediliyor. Eren bu tarz bir utancı yaşamayı asla kabullenemiyor.

Daha önceki yazılarımda belirttiğim üzere, Armin’in özgürlük kavramı yeni bir şeyler keşfetmek üstüne kuruluyken, Eren’in özgürlük kavramı kendisine başkalarının çektiği sınırları aşmak üstüne kurulu. Bu yüzden, surların dışında başka insanlar olduğunu öğrendiğinde hayal kırıklığına uğruyor.

“Surların ötesindeki insanlığın hayatta kaldığını öğrendiğimde, inanılmaz hayal kırıklığına uğramıştım.

Bunun sebebi, Eren’in insanlığa dair inanılmaz derecede karamsar bir görüşe sahip olmasıdır. Aşağıdaki sahnede bunun bir örneğini görebiliyoruz.

Pixis: Bize söylenildiğine göre, titanlar toprakları ele geçirmeden önce, insanlar birbirlerini kabilesel anlaşmazlıklar ve ideolojiler yüzünden sürekli olarak öldürüyormuş. O zamanlarda, denilene göre, birisi, insan olmayan güçlü bir düşman ortaya çıkarsa, insanlığın muhtemelen birleşeceğini ve kendisiyle savaşmayı bırakacağını söylemiş. Senin görüşün nedir, evlat?
Eren: Bu efsaneyi daha önce hiç duymadım fakat bence çok tozpembe.
Pixis: Hahaha, kişiliğin benimki kadar çarpık.
Eren: Şimdi bile, “güçlü düşman” bizi köşeye kıstırmışken, birleşmiş olmaktan çok uzağız.

Eren, insanlık var olduğu sürece, kendisini domine etmeye çalışan birileri olacağını düşünüyor. Bu yüzden, surların ötesinde insanlığın var olduğunu öğrendiğinde hayal kırıklığına uğruyor. Eren, üstün gelemeyeceği bir tane bile düşmanı olmasına katlanabilecek bir insan değil. Bunun sebebi de, domine edilmeyi, kabul edilemez bir zayıflıkla ilişkilendirmesidir.

Annem gitti!! Onu bir daha asla görmeyeceğim… bu neden başımıza geliyor? İnsanlar zayıf olduğu için mi? Ağlamak, zayıfların yapabileceği tek şey mi?!

Bu zayıflık hissini, belirttiğim üzere, onur kavramıyla alakalı bir şekilde aşağılanma ve utanç kaynağı olarak görüyor. Geleneksel bir ataerkil cevap vererek de, onuruna yapılmış bu zedelenmeye karşı tek bir cevap olduğunu düşünüyor.

“Onları yok edeceğim. Her bir tanesini…”

“… bu dünyadaki, o hayvanların!”

Bu sebeple, Eren asla bu tepkisel döngünün içinden çıkmıyor. Aklına gelen tek seçenek, domine etmeye domine etmeyle cevap vermek oluyor.

“Birisi benim özgürlüğümü çalmaya çalışırsa, onunkini çalmakta tereddüt etmeyeceğim.”

“Elimde özgürlüğü tutmak için, dünyanın geri kalanından özgürlüğü almalıyım.”

Özetlenecek olursa, Eren’in özgürlük tanımı domine edilmemeye ve ataerkil bir onur kavramı üstünden dominasyona şiddetle, yani dominasyonla, cevap vermeye dayalı. Bu yüzden, şiddete şiddetle cevap vermek dışında bir şey düşünemiyor. Bununla karamsarlığı da birleşince, bütün dünyayı yok etmek istiyor çünkü dış dünyanın kendisine karşı düşmanlarla dolu olduğunu düşünüyor.

“Beni işin sonunda durduracağınızı bilmeseydim bile, bence bu dünyayı hala dümdüz hale getirirdim, neredeyse her ormanı yok ederdim ve birkaç gün sonra toprağı cesetlerle şişmiş böceklerle dolu bir şekilde bırakırdım. Bütün yeryüzünü boş bir ova olarak bırakmak istedim.”

Eren’in burada bahsettiği sonun aslında orijinal son olduğunu düşündüğümü de belirtmeliyim. Isayama, verdiği röportajlarda belirttiği üzere, normalde The Mist gibi bir son planlıyormuş. “… baş karakterin neyin doğru olduğu hakkındaki derin, içsel inançları onu yozlaştıran şey oluyor ve onu çelişkili bir şekilde davranmaya itiyor.” Fakat daha sonra fikrini değiştiriyor. “Başta The Mist’e benzetmeyi ele aldım fakat şimdi Guardians of the Galaxy’ye benzer, daha barışçıl bir yol izlediğimi söyleyebilirsiniz.”

The Mist’i izleyenlerin anlayacağı üzere, Eren’in bahsettiği bu isteği, ilk planlanan sona oldukça benziyor. Zaten bence bu yüzden Isayama sonradan cilt sonuna ek sayfa ekledi çünkü yaptığı değişiklikten pişman oldu ve kısmen de olsa bunu geri çevirmek, daha yıkıcı bir şey yapmak istedi.

Isayama ve Röportajlarla Beraber Bir Bakış

Yazıda ileri sürdüğüm bu tez, benim kendi yaptığım okumalar sonucu, serinin hikayesini yazarın niyetinden bağımsız bir şekilde yorumlama şeklimdir. Başka bir deyişle, edebiyat kuramında “okuma” olarak geçen şeydir. Yani, yazarın niyetini kaale almadan, hikayenin kendisini daha geniş kültür içerisinde yorumluyorum.

Açıkçası, serinin yazarı Isayama’nın erkeklik kavramı ve şiddetle ilişkisi üstüne eleştirel olarak düşündüğü kanısında değilim. Seride bu iki kavramı doğrudan bağlayan hiçbir yazım yok. Bunu eleştirel şekilde ele alan hiçbir yazım da yok. Dahası, hem hikaye hem de Isayama’nın kendisi Eren’in böyle olmasını “açıklanamaz” bir şekilde böyle doğmuş olmasına bağlıyor.

Örneğin, aşağıdaki sahnede, Reiner, sadece koşulların bir ürünü olmadığından ve bundan bağımsız olarak kendi yaptığı seçimler sonucu Paradis’teki pek çok insanı öldürmüş olduğundan bahsettiğinde, Eren şu cevabı veriyor.

Eren: Haklıymışım. Ben de senin gibiyim.

Eren: Bence… biz böyle doğmuşuz.

Diğer bir örnekte, yazının önceki kısımlarında paylaştığım, Eren’in dünyayı ne olursa olsun dümdüz etme isteği karşısında Armin “Neden?” diye sorduğunda, Eren şu cevabı veriyor.

Eren: Neden bilmiyorum fakat bunu yapmak istemiştim. Yapmak zorundaydım…

Isayama’nın bir röportajındaysa şunları dediğini görüyoruz.

Isayama: Örneğin, Furuya Minoru’nun “Himeanole” hikayesini okuduğumda, sosyal normlar altında, toplumun hikayedeki seri katili affedilemez olarak göreceğini biliyordum. Ancak hayatını ve arka planını göz önüne alınca hala merak ettim, “Bu onun doğası idiyse, suçlayacak kişi kim?” Hatta şunu bile merak ettim: “Bir katil olarak doğmamam sadece bir tesadüf mü?”

Bu sebeplerden dolayı, Isayama’nın, Eren’in davranışlarını genel olarak “Böyle doğmuştu,” açıklamasına eklenen birkaç travmadan öte bir şekilde planladığını ve ele aldığını düşünmüyorum. Lakin, ataerkil bir toplumda yetişmiş bir erkek olarak, Isayama’nın bu güç kavramının bu şekilde ele alınmasından oldukça etkilendiğini düşünüyorum. Serinin oldukça geleneksel bir şekilde güç, zayıflık ve dominansi kavramlarını ele almasının yanısıra, bunu destekleyen bazı röportajlar da var.

“Isayama’ya göre, Shingeki no Kyojin’in kapsayıcı teması, güçlü bastırmaları aşmak ve zincirlerden kurtulmak.

Güçlülere bayılıyordum ve fiziğimi değiştirme konusunda içten bir arzum vardı,” diye açıklıyor. Tokyo’ya taşınmasının ardından, manga için esin kaynağı olan bir olay yaşadı. Isayama bir internet kafede gece vardiyasında çalışırken, bir anda bir müşteri onu yakasından tuttu. “İletişim kuramayacağım birisiyle tanışmanın korkusunu hissettim.” Bu dehşeti ve rahatsızlığı titanlar aracılığıyla yansıtıyor.”

Buradaki alıntılardan (kalın puntolar benim vurgum), güç kavramının Isayama için önemli olduğu görülüyor. Dahası, aynı Eren gibi, sınırlamaları aşarak özgürleşmeye önem veriyor. Gücün yanısıra, iletişim kuramayacağı, yani ona şiddet uygulayarak domine etmek isteyen birisiyle karşılaşması da, Isayama’yı oldukça etkilemiş. Böylelikle, bu olay titanların esin kaynağı olmuş. Sebebini anlaması da zor değil. Aşağıdaki fotoğraflardan görüleceği üzere, Isayama, fiziksel olarak kuvvetli birisi değil.

Bu sebeple, bir erkek olarak gerek fiziksel gerekse mental olarak güçlü olmanın ve domine edilmemenin bu kadar önemli olduğu bir kültürde yetiştiği için, herkesin yaşadığı gibi bir şekilde şiddete maruz kaldığında, kendisini kabul edilemez bir şekilde zayıf hissetmiş olmalı. Hatta, aşağılanmış ve utanılacak birisi olarak görmüş olmalı. Sonuçta, Isayama’nın güç konusunu hikayenin kalbine yerleştirdiğini pek çok örnekte görüyoruz. Hikayenin temeli, sizi domine etmek isteyen ve oldukça güçlü birisiyle karşılaşmak üstüne kurulu. Bunun yanısıra, şu sahnelerde, baş karakterlerin ağzından da duyuyoruz.

“Hayır… bu yanlış… bu dünya bir cehennem haline gelmedi. Sadece şu ana kadar yanlış anladım. Bu dünya her zaman bir cehennemdi. Güçlü güçsüzü yiyor. Dünyayı anlaması o kadar kolay ki, neredeyse nazik.”

“Bu sahneyi daha önce görmüştüm… tekrar ve tekrar.

“Doğru, bu dünya…”

“… acımasız.”

Isayama, dünyayı ele aldığı bakış açısını hikayeye oldukça yansıtmış. Güçlünün güçsüzü domine ettiği bir düzen kuruyor. Barış arayanların başarısız olmasıyla hikayenin kaderci ve nihilist sonu, pek çok karakterin bu şiddet döngüsünün sona ermeyeceğini söylemesi ve haklı çıkması, aynı zamanda Mikasa’nın durumunda bu düzenin doğayı da kapsayacak kadar geniş bir şekilde sunulması, Isayama’nın dominasyon odaklı dünya görüşünü yansıtıyor.

“İnsanlar, insan topluluğu tek bir kişiye veya daha azına inene kadar birbirleriyle savaşmayı bırakmayacak.”

Yakın zamanda yayımlanan bir röportaj da, Isayama’nın bu dominasyon döngüsünün asla aşılamayacağını düşündüğüne işaret ediyor.

Röportajcı: Manga, Paradis’in geleceğini ve devam eden savaş döngüsünü göstermenizle bitiyor. Hikâyede sunduğunuz çatışmanın ve döngünün sonu yok mu?

Isayama: Sanırım mutlu sonla biten, savaşın bittiği ve her şeyin yolunda ve güzel olduğu bir son olabilirdi. Sanırım bu mümkün olabilirdi. Aynı zamanda, kavganın sonu ve çekişmenin sonu bir nevi uyduruk gibi görünüyor. Hatta inanması mümkün değilmiş gibi görünüyor. Şu anda yaşadığımız dünyada pekala bu mümkün değil. Ve bu yüzden, ne yazık ki, bu tarz bir mutlu sondan vazgeçmek zorunda kaldım.

Elbette, çatışmanın asla bitmeyeceğini düşünmek kişinin zorunlu olarak kaderci ve karamsar olduğu anlamına gelmiyor. Lakin, hikayenin bütünüyle beraber ele alınınca, Isayama’nın dediğinin bu kapıya çıktığı görülebiliyor. Çatışma bitmeyebilirdi ama her şeyin sürekli bir soykırım döngüsünde devam etmesi de gerekmiyordu.

Bu açıdan bakıldığında, serinin yaratıcısının, geleneksel kalıpları takip ettiği görülüyor. Hikayenin içinde şiddete şiddetle, dominansiye dominansiyle cevap veren bir baş karakter sunuluyor. Isayama’nın Eren’in davranışlarını ne kadar onayladığını bilemem. Lakin Eren’in ve hikayenin yaratımında, bahsettiğim dominasyon odaklı ve ataerkil bakış açısının oldukça fazla rol oynadığını düşünüyorum.

Son

Türkiye’nin dünyanın en öfkeli ülkelerinden birisi çıktığı ve kötüleşen koşulların insanı ne kadar öfkeye sürüklediği düşünülürse, bu tarz konuların erkekler olarak hayatımızla ne kadar yakından alakalı olduğu görülebiliyor.

Ne kadar hiyerarşik bir toplumda yaşadığımız ve ne kadar dominansiye maruz kaldığımız bariz. Böyle bir durumda, şiddeti bu kadar teşvik eden bir yaklaşımı sorgulamak gerekiyor. Evet, domine edilmek kötü bir şey. Evet, bununla baş edilmesi gerekiyor. Evet, gerek bireysel gerekse toplumsal hak kazanımı için bir mücadele vermek gerekiyor. Lakin insanın öfkeye ve şiddetli bir yanıt vermeye bu kadar vurgu yaparak düşünmesi, hem kendisi hem de başkaları için oldukça zararlı bir şey. Abuk sabuk ve önlenebilir çatışmalara ve şiddet eylemlerine yol açıyor. Dahası, bireyin üstüne gereğinden fazla yük yüklüyor. Domine edilmek yeterince kötü bir şey ve bunun üstüne bir de aşağılanmanın, onur zedelenmesinin ve utancın yükü ekleniyor. Bunları hissetmek büyük ihtimalle tamamen önlenemez çünkü şiddet eylemi insanı oldukça derinden etkileyen ve yaralayan bir şey. Bu duyguları hissetmenin tek sebebi de toplumsal açıdan erkeklere yüklenmiş roller değil. Lakin erkeklik kavramı üstünden oluşmuş (ama diğerlerinin de hissedebileceği) bu onur, utanç vs. odaklı yaklaşımı benimseyince, bunların yükü iyice artıyor. Başka bir deyişle, başkasının ayıbının utancını niye şiddet eylemine maruz kalan kişi hissetsin? Bu kişi yanlış bir şey yapmadı. Niye şiddete maruz kalan kişi kendisini suçlasın?

Bu yaklaşım, bir açıdan, Nietzsche’nin köle ve efendi ahlakı yaklaşımında anlattığı şeye benzemektedir. İnsan ona şiddet uygulayan kişinin onu domine etme arzusuna o kadar odaklanıyor ve buna o kadar katlanamıyor ki, buna karşılık verememiş olmasını suçlayıcı bir şekilde kendisinin eksikliği haline getiriyor. Bu açıdan, yaşadığı şiddet eylemini algılayışı, basit bir fiziksel veya sosyal güç farkını aşıyor. Örneğin, kendisini korumak için kendisini güçlendirmeye odaklanmış bir kişi zorunlu olarak böyle düşünmemektedir. Sonuçta, insan kendisini korumak istiyor diye, yaşadığı bu dominasyonu içselleştiriyor diye bir kaide yok. İnsan kendisini ve başkalarını korumak için elbette çabalamalı. Öte yandan, pek çok kişi bunu içselleştiriyor ve kendisini suçluyor, utanıyor, aşağı hissediyor. Böylelikle, daha ağır bir şekilde bu şiddet eyleminin etkisini hissediyor.

Bu dediklerim, elbette, oldukça genel ve muğlak şeyler ve her duruma uygulanabilir olduklarını kastetmiyorum. Şiddet eylemleri oldukça zarar verici ve yara açan şeyler ve onlara verilen cevap oldukça farklı şekiller alabiliyor. Bunun yanısıra, iyileşme süreci herkeste farklı şekilde ve hızda ilerliyor. Lakin bahsettiğim kavramların, kişi katılmasa bile, yine de üstüne düşünmeye değer olduğu fikrindeyim. Bu yazının amacı da, belli kavramlardan yola çıkarak, hem bir edebi okuma hem de sosyal hayata dair bir spekülasyon yapmaktır. Kesinlik veya her şeyi çözmüş olma iddiası yok.

Feindbild Yazar:

Buradaki ve başka yazılarımı da içeren kendi sitem: https://otegezen.wordpress.com/

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir