Çoktan geçip gitmiş zamanlardan bir gecede, adam uyandı ve kendini gördü. Kâinatın altında çıplak, kendi vücudunda evsiz olduğunu gördü. Arayan düşüncesi karşısında her şey açıldı, mucize üstüne mucize, dehşet üstüne dehşet zihninde çiçek açtı.
Sonra kadın da uyandı ve gidip bir şey öldürme vaktinin geldiğini söyledi. Ve adam, yayını ve okunu, ruh ve elin evliliğinin bir meyvesini, aldı ve dışarı yıldızların altına gitti. Ancak hayvanlar onun alışkanlıktan dolayı beklediği su birikintisine vardığında, kanında artık kaplanın atılışını değil, yaşayan her şey arasındaki ıstırabın kardeşliğine dair büyük bir mezmuru hissetti.
O gün avdan eli boş döndü ve bir sonraki yeni ayın yükselişinde onu tekrar bulduklarında, su birikintisinin yanında ölü yatıyordu.
Bu yazı, Shingeki no Kyojin eserinin tamamından spoiler içermektedir.
Bu yazı, yazarın kendi sitesinde de yayımlanmıştır.
“Uzun, uzun zaman önce, bu dünyada adi madde dışında hiçbir şeyin var olmadığı bir vakit vardı. Bu bereketli bataklıkta, belli bir şeyin formları belirdi, kayboldu ve tekrar belirdi… ve eninde sonunda bir tanesi kurtuldu. Bunu şimdi ‘hayat’ diye biliyoruz.”
“Hayatın eninde sonunda kurtulmuş olmasının sebebi, doğasında çoğalmak olmasıydı. Hayat çoğalmak için yeni formlar edindi, her türlü çevreye adapte oldu ve zaman içinde, günümüzde, bizimle neticelendi. Daha fazla sayı. Daha fazla çeşitlilik. Daha fazla bolluk. Bu yüzden, hayatın amacının çoğalmak olduğunu söylüyoruz.”
“Bu kum. Bu çakıltaşları. Bu su. Onlar çoğalmayı amaçlamıyor. Fakat hayat bu umarsız macerasında dur durak bilmiyor. Ve ölüm, yani türün soyunun tükenmesi, çoğalma amacına ters düşüyor. Bu yüzden korku olarak bilinen cezayla karşılaşıyoruz. Ve bu yüzden, o çocuk çaresizce böyle bir acıdan kaçınmanın yolunu aramıştı. Daha büyük güç. Daha büyük boyut. Ölmeyen bir bedene can verdi. Ve ölümden bile muaf, özgür olan bir dünyaya kaçtı.
Gözlemcinin Dehşeti
İnsanın kozmik akıntının altında uyandığı ve yeryüzüne baktığı günden beri pek çok altın ve gümüş gök birbirini izlemişti. Çoğu kişi hayatın keşmekeşine pek aldırmadan günleri geçiriyor, bir şekilde kendine hikaye anlatıyor ve yolculuğun sonunda ölümü tadıyordu. Lakin belli bir meraklı hayvan bundan daha farklıydı. Etrafını inceliyor ve zihnini yaşamın ve ölümün şarkısına açıyordu.; bu, o ana kadar kabullendiği şeylerden, arkadaşların ve ailenin sıcağından, anlamın mutluluğundan farklıydı.
Bu gözlemleyen hayvanın, hangi zaman diliminde yaşadığı fark etmez, sahip olduğu belli türden bilgiler vardı. Örneğin, 21. yüzyılda yaşayan bir tanesi için, şöyle bir argüman öne sürülebilirdi: “yaşadığın ülkeyi diğerleriyle karşılaştır.” Birleşmiş Milletler’in 2022’de yayımlanan İnsan Gelişim Endeksi (Human Development Index) sıralamasına göre, Türkiye insani gelişim açısından 191 ülke arasından 48. sırada yer alıyordu. Bu endeks, ömür beklentisi, eğitim süresi ve kişi başı GSYH üzerinden ölçülmekteydi. Bu ölçüm biçimi eleştiriye açık olsa ve pek çok şeyi içine katmasa da, yine de ülkeler arasında karşılaştırma için belli bir fikir veriyordu. Bu da, Türkiye’nin, bütün sorunlarına rağmen, dünyadaki çoğu ülkeden daha iyi bir noktada olduğuydu. Başka bir şekilde düşünülecek olursa, dünyanın çoğunluğu bundan daha kötü koşullarda yaşıyordu. Modernitenin getirdiği imkanların olmadığı yüz binlerce yıllık insanlık tarihi düşünülünce, insanlığın içinde yaşamış olduğu genel durum daha da vahim hale geliyordu. Çok geriye bile gitmeye gerek kalmadan, M.Ö. 200’den 21. yüzyıla kadar farklı ülkelerdeki çeşitli çocuk ölümü vakalarına bakınca, modern zamanlara gelene kadar, insanların yaklaşık %50’sinin çocukken öldüğü görülüyordu. Tek bir çocuk ölümü bile büyük bir dramken, tarihin çok büyük bir kısmı boyunca, insanların yaklaşık yarısı bu dramın kurbanı olmuştu.
Birçoğu çocuk yaşta ölmüş on milyarların ve hala sürünmekte olan milyarların acısı, empati kapısından bu gözlemcinin zihnine geçiyordu. Lakin ne kadar değerli olursa olsun, insanlığın yaşadıkları işin sadece bir parçasıydı. Bir de yenilmek için öldürülen hayvanlar vardı. Birleşmiş Milletler’in verilerine göre, sadece 2021 senesinde 83 milyar kara hayvanı tarım sektöründe et için öldürülmüştü ve bu sayı her sene artmaya devam ediyordu. Buna bir de denizlerde avlanarak öldürülenler, tatlı su kültürlerinde yetiştirilerek öldürülenler ve diğer insan aktiviteleri sonucu (kirlilik, doğal bitki örtüsünün kesilerek yerine tarım arazisi açılması vb.) dolaylı yollarla öldürülenler eklenince, sayı rahatlıkla yüzlerce milyarları buluyor olmalıydı. Ve bu her bir sene, tekrar ve tekrar, gerçekleşiyordu. Trilyonlarca ve trilyonlarca hayvan, acı hisseden canlılar, insan eliyle öldürülmüştü.
Bütün bunlar, yine de, belli bir şeyin yanında küçücük kalıyordu. Gözlemci, doğaya baktığında, kendisi gibi olan biteni izlemiş pek çok atasının başına geldiği gibi, gözlerinin önünde dehşet üstüne dehşet seriliyordu. Bütün vahşetiyle, umursamazlığıyla ve tahayyül edilemezliğiyle doğa ufku kaplıyor, onun ötesine geçiyor ve bu düşünen, küçücük hayvanın zihninini örseliyordu.
Gözlemcinin yaşadığı varoluşsal hezimet hissi belli şeylerle anlatılabilirdi. Örneğin, tek bir güneş balığı, tek bir üreme sezonunda 300 milyon yumurta bırakabiliyordu. Bunların sadece %1’i bile döllense her üreme sezonunda 3 milyon yavru demekti. Ancak güneş balıkları dünyayı istila etmediğine göre, bu yavruların neredeyse tamamı daha bebekken ölüyor veya başka hayvanlar tarafından öldürülüyor olmalıydı. Güneş balığı omurgalı bir hayvan için ekstrem bir örnek olsa da, tek bir üreme sezonunda tek bir dişinin binlerce yumurta bıraktığı bir sürü omurgalı hayvan türü vardı. Örneğin, Rana pipiens isimli kurbağa türü bir seferde 2500 yumurta bırakabiliyordu. Rana catesbiana isimli diğer bir kurbağa türüyse 20.000 tane bırakabiliyordu. Genel olarak kurbağalar böyle bol yumurta bırakan türlerdi ve bu yumurtaların bir kısmı bile döllense, oldukça fazla yavrunun oluşması demekti. Lakin, kurbağaların üreme sezonunu takiben pek çok iribaş görülse de, kurbağa nüfusu asla bu iribaşların sayısı kadar olamıyordu. Hatta yanından bile geçmiyordu. Bunun sebebi, bu iribaşların çok büyük kısmının -yani yavruların, bebeklerin- yetişkinliğe varamadan ölmesi veya öldürülmesiydi. Omurgalı hayvanlar böyleyken, iş omurgasız hayvanlara geldiğinde, sayılar daha bile ekstrem hale geliyordu. Örneğin, deniz salyangozu tek seferde -tek sezonda bile değil- 100 milyon yumurta bırakabiliyordu.
Bir üreme sezonunda binlerce veya milyonlarca yumurta bırakan ve inanılmaz derecede yüksek sayıda yavru üreten fakat bunların çoğunluğunun öldüğü oldukça fazla hayvan türü vardı. Hatta bu genel bir evrimsel strateji olarak bile biliyordu (r-selection). Ve şunu da hatırlamak gerekiyordu: hayvanlar acıyı hissediyordu. Acı hissetmiyor denilen balıkların bile acı hissettiğine dair kanıtlar gittikçe artıyordu.
Sonuç olarak, pek çok hayvan türü çok fazla yavru üretme yoluyla üremekteydi. Bunların çok büyük çoğunluğu yetişkinliğe varamadan ölüyordu. Kalanlarsa yine aynı şekilde üreyerek o türün nüfusunu devam ettiriyordu. Lakin bu sayıları düşününce, insan eliyle her sene öldürülen yüz milyarların bile küçücük hale geldiği bir vahşetle karşı karşıya kalınıyordu. Tek bir bölgedeki tek bir sezonda tek bir türün üremesi, belki de yüzlerce, binlerce soykırıma denk gelecek bir ölüme yol açıyordu. Tahayyül edilemeyecek derecede muazzam bir ıstırap keşmekeşinde, okyanusların yanında tek bir damla kalacağı sayıda hayvan, her gün acı çekiyor ve ölüyordu.
Gerek insanın parçası olduğu gerekse insan dışındaki düzende, beden üstüne beden, yaşam denilen şey uğruna kurban ediliyor ve dinlemesini bilenlerin kulağına bu ıstırabın ezgisi çalınıyordu. Elbette, bunun bir bedeli vardı. Gerçeği öğrenmenin maliyeti büyüktü. Belki de bu yüzden, diye düşünmüştü gözlemci, çoğu kişi bunu görmek istemiyordu. Belki de bu yüzden kendilerine ebediyet, metafizik saadet ve doğal veya kozmik adalet hikayeleri anlatıyorlardı. Bu soğuk, acımasız, rastgele, anlamsız, anlaşılamaz şeyin içine bakmak çok fazlaydı.
Teori
Yazının girişindeki dizeler, felsefi pesimist Peter W. Zapffe’in Son Mesih denemesinin açılışını oluşturmaktadır. Kendim yaptığım tek Türkçe çevirinin bağlantısını verdiğim denemede, basit bir önerme sürülmektedir: evrim sonucu insan türünde yüksek bir bilinç oluşmuştur ama fazla büyüyen bir boynuzun bir geyiğin kafatasını delerek onu öldürmesi gibi, bu bilinç de doğanın bir hatasıdır ve insana işkence etmektedir.
“Doğaya davetsiz misafir olarak geldi; şimdi boşuna kollarını uzatıyor ve onu yaratanla birleşmek için dua ediyor. Doğa artık cevap vermiyor, insanda bir mucize yarattı ama o zamandan beri onu kabul etmeyi reddetti. İnsan evrendeki yurttaşlığını kaybetmiş, bilgi ağacından yemiş ve cennetten kovulmuş.”
Bu bilinç seviyesi, dünyadaki inanılmaz derecede büyük ıstırabı ve ölüm düzeninin bütün hayatı yutuşunu bize duyurmaktadır.
“İnsanlığın milyarlarcasının acısı, empati kapısından ona geçer; her olay, en değer verdiği ilke olan adalet talebiyle alay eder.”
Eğer insan bununla yüz yüze yaşasaydı yok olurdu, bu yüzden bu bilinci bastırmanın yollarını bulmuştur.
“Yaşamın amacı ve yaşamın kendi kendini yok etmesi hem dev geyik hem de insan ırkı için ortaktır; bu onların trajik paradoksudur. Kendi özüne sadık olan son Cervus giganticus, türünün standartlarını sonuna kadar taşıdı. İnsan kendini kurtarıyor ve devam ediyor. İronik bir şekilde, insanın hayatta kalması, onun tehlikeli bilinç fazlasının az ya da çok bilinçli bir şekilde bastırılmasıyla mümkün olmaktadır. Bu bastırma, hangi açıdan bakılırsa bakılsın, süreklidir; uyanık ve aktif olduğumuz sürece devam eder ve sosyal uyum ve popüler olarak “sağlıklı” ve “normal” davranış olarak adlandırılan davranış için bir koşul haline gelir.”
Zapffe’in düşüncelerine benzer -ama bildiğim kadarıyla doğrudan bir bağlantısı olmayan- bir başka önermeyi, 20. yüzyılın ikinci yarısında kültürel antropolog Ernest Becker yapmıştır. Becker, “Ölümün İnkarı” (The Denial of Death) isimli kitabında, insan bilincinin evrim sonucu ortaya çıktığını ama bunun aynı zamanda bize ölümlülük bilinci kazandırdığını tekrarlamıştır. Bundan yola çıkarak, ölüm korkusunun her zaman için var olduğunu ve kültür denilen şeyin tamamının ölüm korkusunu bastırmak üzere ortaya çıkmış olduğunu öne sürmüştür. Yine, Zapffe gibi, evrim sonucu ortaya çıkan bir bilinç fazlalığına ve insanın yaşamaya devam edebilmek için bunu bastırmak zorunda olmasına vurgu yapılmıştır.
Bu görüşlerin ne kadar geçerliliği var? En azından bir derece. Psikoloji bilimindeki bir teori, dehşet yönetimi kuramı (terror management theory), bu yorumu kısmen destekliyor. Farklı deneyler tarafından desteklenen bu teori, psikologlar Jeff Greenberg, Sheldon Solomon ve Tom Pyszczynski tarafından, Ernest Becker’dan ilham alınarak üretilmiştir. Bulunan şey, elbette, kültürün tamamının tek bir neden veya güdüyle açıklanabileceği gibi bir şey değildir. Becker burada yanılıyor. Lakin hayattaki pek çok sürecin ölüm farkındalığından etkilendiği ve kısmen onunla başa çıkma işlevi gördüğüne dair bulgular elde edilmiştir. Örneğin, yargıçların “ahlak karşıtı” gördükleri suçlara karşı ne kadar ceza verdiğinin bile, kendilerine ölümlülükleri hatırlatılınca değiştiği gösterilmiştir. Ölümlülüğün hatırlatıldığı yargıçlar, toplumsal düzen ve ahlak karşıtı gördükleri suçlara daha ağır bir ceza vermiştir. Öte yandan diğer herhangi bir negatif dürtme, böyle bir sonuca yol açmamıştır. Bu bulgunun yorumu, yargıçların, ölüm farkındalığı karşısında, toplumsal düzene daha sıkı sarılmış olmalarıdır.
Burada “bulgular elde edilmiş” derken belli sınırlamaları hatırlatmakta yarar. Bu bulguların elde edilmesi, zorunlu olarak dehşet yönetimi kuramının doğru olduğu anlamına gelmiyor. Deneylerin ürettiği sonuçlar yanlış yorumlanmış olabilir, belki ileride farklı bir şekilde yorumlanacaklardır; veya istatistiki yanlışlıklar içerdikleri gösterilecektir; veyahut teorinin temeli zamanla korunacak, hatta belki daha da kuvvetlenecektir. Ne olacağını zaman gösterecek. Lakin gelecekte ne olursa olsun, bu bulguların varlığının şu anda geldiği mana şudur: elimizdeki bilgi dahilinde, bu teoriyi ciddiye almak için yeterince sebep var.
Bu teorinin öne sürdüğü şeylerden birisi de, ölüm korkusuna karşı iki başlıkta toplanabilecek savunma mekanizmaları olduğudur. İlki, öz değerdir (self-esteem). Bunun sayesinde, insan, kozmik vurdumduymazlık içerisinde sürüklenen basit bir et makinesi olduğunu değil, hayatının bir değeri olduğunu hisseder. İkincisi, dünya görüşüdür. İnsanların dünya görüşü genellikle onlara bir düzen, devamlılık ve anlam hissi sağlamaktadır ve bunların hepsi de ölüm korkusunu yatıştırmayı sağlar. Düzen bize hayatın kaotik olmadığını, onun üstünde bir kontrolümüz olduğunu hissettirir. Devamlılık ise yok olmayacağımızı, kelimenin tam anlamıyla veya sembolik olarak yaşamayı sürdüreceğimizi hissettirir. Örneğin, öteki hayata olan bir inanç bu devamlılığı kelimenin tam anlamıyla sağlarken, bir davanın parçası olarak ona katkı yapmak, bu hissi sembolik olarak almamızı sağlar. Anlam hissiyse yaşadıklarımızın manasız olmadığını, bir şey ifade ettiğini hisettirir. Böylelikle, öz-değer ve dünya görüşü ölüm korkusunun geride tutulmasını sağlar.
Bahsettiğim bu felsefi ve bilimsel teoriler, insanın hayatına devam edebilmesi için hayata dair belli gerçekleri bastırması (Zapffe ve Becker) veya onlarla bir şekilde başa çıkması (dehşet yönetimi kuramı) gerektiği varsayımına dayanıyor. Dehşet yönetimi kuramı ve Becker için bu ölüm farkındalığını bastırmakken, Zapffe için hem ölüm farkındalığını hem de hayatın genel ıstırabını bastırmak oluyor.
Bu düşüncelerin hepsi felsefi pesimizm denilen yaklaşımla oldukça yakından ilgili. Burada, felsefi pesimizmi, evreni, hayatı veya insan varoluşunu negatif olarak değerlendiren bir yaklaşım olarak tanımlıyorum. Zapffe klasik bir felsefi pesimist; hayatta iyi şeyden çok kötü şey olduğuna inanıyor ve ölüm ile ıstırap bazlı dünya bakışı bununla oldukça yakından ilişkili. Ernest Becker da bir tür felsefi pesimist oluyor çünkü hayatın temelinin ancak gerçekliğin -ölümün- inkarıyla mümkün olduğunu savunuyor. Bu da, gerçekliğin korkunç olduğunu düşünmesinden kaynaklanıyor. Dehşet yönetimi kuramıysa felsefi pesimist değil çünkü “bilincin bastırılması” gerektiğini değil fakat ölüm korkusuyla bir şekilde başa çıkılması gerektiğini öne sürüyor. Lakin yine de bariz bir şekilde felsefi pesimist bir felsefi teoriden esinlenmiş bir yaklaşım oluşturuyor.
Zapffe ve Becker arasındaki en büyük fark, hayatı olumlama açısından gerçekleşiyor. Zapffe, ıstırap ve ölüm farkındalığı yüzünden hayatın yaşamaya değmez olduğu sonucuna varmışken, Becker her şeye rağmen -bir illüzyon bile olsa- hayatın yaşamaya değer olduğu sonucuna varıyor. Yani Zapffe hayatı olumsuzlayıcı bir felsefi pesimistken, Becker hayatı olumlayıcı bir felsefi pesimist oluyor. Aynı ayrım filozof Arthur Schopenhauer ve Friedrich Nietzsche için de söylenebilir. İkisi de hayatta acının zevkten daha fazla olduğunu öne sürüyordu fakat Schopenhauer bu yüzden üremeyi kesmemiz gerektiğini öne sürmüşken, Nietzsche’yse acıya dönüştürücü -yani olumlu olabilen- bir anlam atfederek hayatı olumlamıştı.
İşte bu noktada, felsefi pesimizmin ve özellikle hayatı olumsuzlayıcı pesimizmin, kozmik korku türü için oldukça önemli olduğunu öne sürüyorum.
Kozmik Korku ve Bilinç
Howard Phillips Lovecraft tarafından kurulmuş ve pek çok başka yazar tarafından devam ettirilmiş ve genişletilmiş kozmik korku türünde, tekrarlanan belli hikaye motifleri vardır. Bunlardan oldukça sık görülen bir tanesi, meraklı ve araştırmacı ruhlu bir karakterin, bir gizemi veya olguyu araştırması ve bu süreçte gittikçe daha karanlık ve korkunç gerçekler öğrenmesidir. Sık sık, bu sürecin sonunda, bu karakter ya ölür ya akıl sağlığını yitirir ya da daha bile kötü bir şey başına gelir. Bunun sebebi, araştırmacı ruhlu bu karakterin insan aklının algılayamayacağı gerçeklere göz atmasıdır.
Bunun altında Lovecraft’ın icadı olan kozmisizm (cosmicism) denilen bir felsefenin oldukça büyük bir yeri bulunmaktadır. Bir tanıma göre, bu felsefenin temelinde şu mantık yatmaktadır: “evrende tanrı gibi tanınabilir bir ilahi varlık yoktur ve insanlar, galaksiler arası varoluşun daha geniş şemasında özellikle önemsizdir.” Bu sebeple, Lovecraft mitosunda genellikle -Nyarlathotep gibi istisnalar harici- tanrısal ve diğer anlaşılamaz yabancı güçler insanlara karşı özel bir ilgi duymaz. Hatta pek çoğu için insanlara zarar vermek bir tesadüftür çünkü insan denilen şeyin varlığından haberleri bile yoktur. Olanlar içinse, insanlığın ne hissettiği ve yaşadığı önemsizdir. İnsanların öldürülmesi veya türün yok edilmesi bile onların art niyetten değil, önemsemezlikten yaptığı bir şeydir. İnsanlara özel ilgi duyan Nyarlathotep bile, bunu bir tür hobi gibi gördüğü için yapmaktadır.
Kozmisist felsefeyi izleyen kozmik korku hikayelerinde belli başka motifler daha bulunmaktadır. Bu hikayelerde, insan, küçük, güçsüz, sınırlı ve önemsiz hisseder. Bu da bir tür varoluşsal kriz yaratır. Buna karşılık, evren, devasa, yabancı, bilinemez ve anlaşılamazdır. Evrenin bu yapısına bir göz atmaysa insanda bir dehşet hissiyatı uyandırmaktadır. Bu da “kozmik korku” veyahut başka bir çeviriyle “kozmik dehşet” hikayelerine özgü olan o varoluşsal dehşet hissiyatının temelindedir.
Bu açıdan incelendiğinde, Lovecraft hikayeleri, alışagelinen çoğu hikayenin aksine, insanı merkezine almaz. Tam tersine, insanın ne kadar önemsiz ve değersiz olduğuna vurgu yaparak, bir tür anti-insan merkeziyetçi tutum sergilemektedir. Hatta, sadece insan merkeziyetçiliğe değil, insanın hayatının bir önemi ve anlamı olduğu fikrine de meydan okuyan hikayelerdir. Bu yüzden, insan, bu hikayelerden bir tür boşluk hissiyle uzaklaşmaktadır.
Buna rağmen, bu boşluk hissinde bir tür merak ve hayret (wonderment) hissiyatı da bulunmaktadır. Bu hikayeler, aynı onların baş karakterine olduğu gibi, insanın ilgisini yakalar ve onu içine çeker. Bu da, Zapffe’in bahsettiği “arayan düşünceye” benzemektedir. İnsanın merağı ve akıllara ziyan şeyler öğrenme isteği sebebiyle, “mucize üstüne mucize, dehşet üstüne dehşet” kişinin zihninde çiçek açmaktadır.
Böyle düşünüldüğünde, Lovecraft’ın kozmik dehşeti, onun döneminde gittikçe önem kazanmaya başlamış bilimin, kimi insanlarda yarattığı etkiyle oldukça yakından ilgilidir. Lovecraft’la mektup arkadaşlığı yapmış ve kendisi de bir korku ve bilim kurgu yazarı olan Fritz Leiber’in “Bir Edebi Copernicus” isimli yazısında, bu bağlantıdan bahsedilmektedir. Modern bilim öncesinde korku hikayelerinin odağının insanlara aktif olarak zarar vermek isteyen şeytanlar olduğunu fakat bilimin ilerlemesiyle beraber odağın kaymaya başladığını belirten Leiber, insanın evrendeki yerini, hatta hayatının anlamını sorgulatan bilimsel ilerlemeler sonucunda, yeni bir tür korkunun doğmaya başladığını ve Lovecraft’ın bunu en iyi sistemleştiren yazar olduğunu belirtmiştir. Bilimsel literatürde nasıl insanın yeri genel evren içinde önemsizse, kozmisizmde ve kozmik korkuda da öyledir. Lieber bundan bahsederken şunları söylemiştir.
“Modern bilimin evreni, Lovecraft’ın yazılarında, yalnızca muazzam uzaklıklarından ve muhtemelen uzaylı ve güçlü, insan olmayan sakinlerinden kaynaklanan dehşetten daha derin bir dehşet yarattı. Çünkü insanın materyalist bilimin ortaya koyduğu evrenden korkmasının başlıca nedeni, onun amaçsız, ruhsuz bir yer olmasıdır. Lovecraft’ın ‘Gümüş Anahtar’ından alıntı yapacak olursak, insan, ‘kör kozmosun amaçsızca hiçlikten bir şeye ve bir şeyden tekrar hiçliğe doğru döndüğünü, bir süre yanan ve sonra sönen zihinlerin isteklerini veya varoluşunu ne dikkate aldığını ne de bildiğini fark etmeye pek dayanamaz.'”
Bu mantık Lovecraft’ın yazılarında sadece bir alt-metin, anlaşılması gereken gizli bir motif olarak da bulunmaz. Kimi zaman çok daha açık bir şekilde ifade edilmektedir. Örneğin, aşağıdaki paragraf, ünlü “Cthulhu’nun Çağrısı” hikayesinin girişidir.
“Bana göre dünyadaki en merhametli şey, insan zihninin tüm içerikleri ilişkilendirme konusundaki yetersizliğidir. Sonsuzluğun kara denizlerinin ortasında sakin bir cehalet adasında yaşıyoruz ve bu uzaklıklara yolculuk yapmamız amaçlanmıyordu. Her biri kendi yönünde çabalayan bilimler şimdiye kadar bize çok az zarar verdi; ama bir gün, ayrışmış bilgilerin bir araya getirilmesi, gerçekliğin ve buradaki korkunç durumumuzun o kadar korkunç manzaralarını öyle bir ortaya çıkaracak ki, ya vahiy karşısında delireceğiz ya da ölümcül ışıktan yeni bir karanlık çağın huzur ve güvenliğine kaçacağız.”
Bu durum, filozof Friedrich Nietzsche’nin “Tanrı’nın ölümü” dediği şeyle oldukça yakından alakalıdır. Çokça yanlış anlaşılan bu duyuruda, bir kutlama veya bir zafer ilanı yoktur, tam tersine, Nietzsche, Tanrı fikrine olan inancın zayıflamasıyla beraber gelen varoluşsal krizi haber etmektedir. Nietzsche’nin ömründeki en önemli meselelerden birisi de zaten buydu. Tanrı ve onunla ilişkili değer ve anlam sisteminin yıkılması sonrası, insanların kara bir nihilizme düşmesini önlemek.
Lovecraft’ın kozmisist yaklaşımı da bu felsefi değişimle oldukça yakından alakalıdır. Bilimin ilerlemesine kulak veren kişiler için, artık insan merkezli evren görüşü ölmüştür. Bu da beraberinde bir tür varoluşsal gerginlik getirmektedir. İnsan artık öleceğinde ne olduğundan çok daha az emindir, hatta gittikçe fazla artan sayıda kişi tamamen yok olacağını düşünmektedir. İnsanın evrende özel bir yeri yoktur. Sevdiklerinin, kendisinin ve iyi insanların başına gelen kötü şeyler için bir sebep yoktur. Hatta sadece kendisi için değil, çekilen hiçbir acı için sebep yoktur. Ve bilim, doğada ne kadar fazla acı çekildiğini insana çok ama çok iyi bir şekilde göstermektedir. Her gün ölen trilyonları artık biliyoruz. İnsanın kendi eliyle yapılan zulmü çıkarırsak, doğadaki vahşet için, ne kadar denersek deneyelim, hiçbir şey yapamayacağımıza da biliyoruz. Küçücük bir olasılık sonucu bu konuda bir şey yapabilsek bile, Yerküre’nin, her birisinde yüz milyarca yıldız bulunan yüz milyarlarca galaksiden oluşan gözlenebilir evrendeki tek bir gezegen olduğu gerçeğini de değişmiyor. Sadece yaşadığımız küçük mavi küredeki ölüm ve acı bile kavranamazken, evrendekini düşünmeye değil, buna teşebbüs etmeye bile insanın algısı yetmiyor.
Edebi Copernicus’un bize sunduğu kozmik dehşet, sadece yaşadığımız evrendeki kozmisist çaresizliğin, küçüklüğün, güçsüzlüğün ve algılanamazlığın bir dışa vurumudur. Bütün bunlara yol açan şeyse, iki durumda da, bilgidir. Merak, farkındalık ve bilinç sonucu edinilen bilgi.
Olumlama Problemi
Bir önceki bölümde bahsettiğim filozof Friedrich Nietzsche’nin felsefesinin temelinde, üstün gelinmesi ve mücadele edilmesi gereken büyük bir sorun yatmaktadır: Tanrısız bir hayatı olumlama sorunu.
Burada, Tanrı ile kastedilen, Tanrı fikrine dayalı, hayatın anlamını ve değerini oluşturan insani değer sistemleridir. Nesnel bir anlamın varsayıldığı ve üstüne hayatın anlamını oluşturan değerlerin kurulduğu bu sistem moderniteyle beraber zayıfladığı için, Nietzsche, birçok kişinin hayatı olumsuzlayacağını düşünmüştür; yani, hayatı yaşamaya değer görmeyeceğini. Örneğin, Zapffe kesinlikle böyle birisidir. Zira Nietzsche’nin bir açıdan öncülü olan Schopenhauer da. Bu iki filozof da anti-natalizm denilen bir felsefeyi savunmuştur: hayatta acıların mutluluktan fazla olduğunu ve bu yüzden dünyaya gelmenin kötü olduğunu. Bu yüzden, insan türünün üremeyi keserek kendisini sonlandırması gerektiğini öne sürmüşlerdir. Anti-natalizm de bu önermeye verilen isimdir.
Burada şunu belirtmekte yarar var. Anti-natalistler, Nietzsche’ci yaklaşıma göre, onun yaptığı hayatı olumsuzlama tanımına oldukça iyi uysa da, yine Nietzsche’ci bakış açısına göre, hayatı olumsuzlayanlar sadece onlar değildir. Örneğin, Nietzsche, öbür dünya inancının ve şu anki varoluşa “sadece bir köprü/sınav/illüzyon/gölge” olarak bakan diğer bütün yaklaşımların da hayatı olumsuzladığını öne sürmüştür. Bunun sebebi, kesin olarak yaşanılacağı bilinen tek hayatı değersizleştirdiğini, onu sevilecek bir şeyden katlanılacak bir şeye dönüştürdüğünü düşünmesidir. Yani, bu açıdan, modernite hayatı olumsuzlamanın başlangıcı değildir. Olumsuzlayıcı kültürel öğeler zaten baskın bir şekilde vardı fakat modernite belli öğeleri (Tanrı fikrini) zayıflatarak, olumsuzlayıcılığın daha bile açığa çıkmasına yol açtı (daha doğrusu Nietzsche bunun böyle olacağı öngörüsünde bulunmuştu). Lakin Zapffe veya benzer bir konumdan yaklaşan bir düşünür açısından bakılınca, Tanrı’nın ölümü, insanın en büyük illüzyonlarından birisini kaybetmesi ve bu sebeple kozmik dehşete karşı bilincini koruyamaz hale gelmesidir. Dahası, bu açıdan ele alınca, Nietzsche ve benzeri düşünürlerin yaptığı sadece Tanrı yerine bir başka başa çıkma mekanizması, hatta belki yeni bir illüzyon icat etmeye çalışmaktır.
Nietzsche’nin hayatı olumlamayla alakalı diğer bir öne sürdüğü şey, bengi döngü (sonsuz döngü, Ewige Wiederkunft, eternal recurrence) kavramıdır.
“En ağır yük: “Bir gün ya da gece bir iblis peşinizden en yalnız yalnızlığınıza girse ve size şunu söylese: ‘Bu hayatı, şu anda yaşadığın ve yaşamış olduğun şekliyle, bir kez daha ve sayısız kez daha yaşamak zorunda kalacaksın; ve bunda yeni hiçbir şey olmayacak, ama her acı, her sevinç, her düşünce ve iç çekiş… sana geri dönecek—hepsi aynı sırayla ve sırayla—hatta bu örümcek ve ağaçların arasındaki bu ay ışığı ve hatta bu an ve ben bile. Varoluşun sonsuz kum saati tekrar tekrar tersine dönecek ve sen de onunla beraber döneceksin, bir toz zerresi!’ Kendini yere atıp dişlerini gıcırdatıp bu şekilde konuşan şeytana lanet etmez misin? Ya da bir zamanlar ona şöyle cevap vereceğin muazzam bir an yaşadın mı: ‘Sen bir tanrısın ve bundan daha ilahi bir şey duymadım!’ Bu düşünce seni ele geçirseydi, seni olduğun gibi değiştirirdi ya da belki seni ezerdi. Her şeyde şu soru var: “Bunu bir kez daha ve sayısız kez daha ister misin?” En büyük ağırlık senin eylemlerin olacaktır. Ya da hiçbir şeyi bu nihai ebedi onay ve mühürden daha hararetle arzulamak için kendine ve hayata ne kadar iyi davranman gerekir?”
- Friedrich Nietzsche, The Gay Science, 1974. Vintage (çevrilerek).
Nietzsche bu düşünsel deneyi oldukça önemli bir hayatı olumlama veya olumsuzlama testi olarak görüyordu. Bu, onun için önemliydi çünkü çocukluğundan beri ağır sağlık sorunlarıyla baş etmişti. Kronik baş ağrıları ve göz ağrısı yaşıyordu ve bu ağrılar yüzünden sık sık saatler, günler boyunca kustuğu da oluyordu. Vücudunun sol tarafında başka çeşitli sorunlar da vardı. 1879’da, Nietzsche, sağlık sorunları yüzünden senenin üçte birini hiçbir şey yapamadan geçirdiğini yazmıştı. Bu sorunlarının temelinde, ömrü boyunca tedavi edilmeden bir şekilde taşımış olduğu bir tür beyin tümörü (retro-orbital meningioma) olduğu düşünülüyor. Sifilis gibi sağda solda dolanan üstünkörü tanılar semptomlarını düzgün açıklamazken, bu tümör tanısı oldukça iyi açıklıyor.
Lakin, eninde sonunda, bu sağlık sorunları Nietzsche’ye üstün gelmiş ve hayatının son on senesini zihni melekelerini yitirmiş halde, bakıma muhtaç ve konuşamaz bir halde geçirmişti. Nietzsche’nin hastalığını detaylı bir şekilde araştırmış filozof Charlie Heunemann’ın kelimeleriyle aktaracak olursak: “Hiçbir filozof Nietzsche kadar acı çekmedi.”
Nietzsche’nin felsefesi bu ışıkta daha iyi anlaşılabilir. Küçük yaşta babasını ve kardeşini kaybetmiş, anne tarafında oldukça fazla sağlık sorunları olduğunu bilen, küçüklüğünden beri büyük acılar çekerek yaşamaya alışmış bir filozoftan bahsediyoruz. Buna rağmen, bu acılar yüzünden hayattan nefret etmeyi, ona hınç duymayı reddetmiş, tam tersine onu sevmeye ve olumlamaya kendini adamış bir kişi var. Bengi döngü de, böyle bir sürecin sonucu yaratılmış bir felsefi icat. Nietzsche, bu düşünceyi kabullenebilen kişilerin, hayatı tam anlamıyla olumlayabileceğini düşünüyordu. Sonuçta, kişi, hayata sevgisi sebebiyle, en büyük acılara atılmayı bile sonsuz kez isteyebiliyorsa, ömrü boyunca çekeceği acılar çok daha katlanılabilir görünecekti.
True Detective: Kabus
Nietzsche, bengi döngü fikrini güçlendirici ve hayatı olumlayıcı bir şey olarak görüyordu. En azından bu düşünsel deneyin arzulanan sonucu buydu. Lakin, elbette, bu fikri daha farklı şekilde ele alan kişiler de var. Kozmik korkunun en büyük üstatlarından birisi olan –ve Zapffe’in felsefesini takip eden– Thomas Ligotti’nin felsefi fikirlerinden esinlenen Nic Pizzolatto tarafından yazılmış (ve pek çok kişinin kozmik korkuyla bağlantılarına dikkat çektiği, hatta kimilerinin içine bile kattığı) True Detective’in ilk sezonunda böyle bir edebi yaklaşımı görüyoruz (kısmi spoiler).
“Sikeyim, artık hiçbir şey bilmek istemiyorum. Hiçbir şeyin çözülmediği bir dünya burası. Bir zamanlar birisi bana ‘Zaman düz bir dairedir’ demişti. Yaptığımız veya yapacağımız her şeyi tekrar, tekrar ve tekrar yapacağız. Ve o küçük oğlan ve o küçük kız, sonsuza kadar, tekrar, tekrar ve tekrar o odada olacaklar.”
“Zamanın olmadığı sonsuzlukta hiçbir şey büyüyemez. Hiçbir şey olamaz. Hiçbir şey değişmez. Böylece ölüm, öldüreceği şeyleri büyütmek için zamanı yarattı… ve yeniden doğuyorsunuz ama her zaman doğduğunuz aynı hayata. Yani bu konuşmayı kaç kez yaptık, dedektifler? Kim bilir? Yaşamlarınızı hatırlayamadığınızda, yaşamlarınızı değiştiremezsiniz ve bu, tüm yaşamın korkunç ve gizli kaderidir. Kapana kısılmışsın… sürekli içine uyandığın bir kabus gibi.”
Yukarıdaki iki sahnede de, bengi döngü fikrinin ne kadar korkunç bir şey olabileceğini görüyoruz. Nietzsche gibi birisi için bir kutsama denebilecek bir şeyken, Rustin Cohle için tahayyül edilebilecek en korkunç kader oluyor. Aynı acıları, aynı kayıpları, aynı boşluğu, aynı sıkıntıları tekrar ve tekrar ve tekrar yaşamak. Sonsuza dek.
Bu fikrin illa ki bir düşünsel deney olması da gerekmiyor. Fiziğin spekülatif (yani hakkında pek kanıt ve inceleme imkanı olmayan ve oldukça tartışmalı olan) tarafındaki döngüsel evren modelleri, evrenin birer büyük patlama ile başlayıp birer büyük ezilme ile sonlandığını ve bir döngüde olduğunu öne sürüyor. Belki bu olasılıklardan birisinde zaman tersine akıyor ve ardından tekrar aynı şekilde ilerliyor ve tekrar birebir aynı evreni yaratıyordur. Böylelikle, bengi döngü sadece bir düşünsel deney değil fakat gerçekliğin kendisi olabilir. Elbette, bu tamamen spekülasyon. Ama küçücük bir şekilde bile bunun olası olduğunu düşünmek insanın farklı duygular yaşamasını sağlıyor. Kimisi bir daha aynı mutlulukları sonsuza kadar yaşayacağı olasılığını düşündüğü için sevinir ve methiyeler dizerken, kimisi de aynı acıları sonsuza kadar yaşayacağı olasılığını düşündüğü için dişlerini gıcırdatıyor ve kendisini yere atıyor.
Shingeki no Kyojin: Acımasız Fakat Güzel Dünya
Felsefi pesimist bir dünyada hayatı olumlama sorununun ele alındığı diğer bir eser, Shingeki no Kyojin’dir. Hikayede, dünyanın ve doğanın acımasızlığı oldukça yoğun bir şekilde işleniyor. Aşağıdaki sayfalardan görüleceği üzere, bu şiddet sadece insanlara değil, genel olarak doğaya atfediliyor.
“Hayır… bu yanlış… bu dünya bir cehennem haline gelmedi. Sadece şu ana kadar yanlış anladım. Bu dünya her zaman bir cehennemdi. Güçlü güçsüzü yiyor. Dünyayı anlaması o kadar kolay ki, neredeyse nazik.”
“Bu sahneyi daha önce görmüştüm… tekrar ve tekrar.
“Doğru, bu dünya…”
“… acımasız.”
Böylelikle yoğun bir şiddet düzeni içinde hayat portresi çizilmiş olunuyor. Bu açıdan, baş karakterler maruz kaldıkları şiddeti doğal düzenin bir uzantısı olarak görüyor. Özellikle, yukarıdan görüleceği üzere, Mikasa bunun üstünde duruyor. Ve ilginç bir şekilde, aşağıdaki sahneyi de Mikasa yaşıyor.
“Yine… yine bu… yine ailemi kaybettim. Acıyı yine hatırlıyorum… acaba… tekrar… baştan başlamak mı zorundayım?”
Yukarıdaki sahnede gazı bitmiş ve kendisini ölümün kollarına bırakmak üzere olan Mikasa’yı görüyoruz. Nietzsche’yi hatırlayacak olursak: “Bunu bir kez daha ve sayısız kez daha ister misin?”
“Bu acımasız bir dünya.”
[Eren’i hatırlıyor]
“Fakat yine de çok güzel.”
“İyi bir hayattı.”
“Savaş! Savaş!”
“Üzgünüm, Eren, vazgeçemem. Eğer şimdi ölürsem…”
“Seni hatırlayamayacağım. Bu yüzden, ne olursa olsun, kazanacağım! Ne yapmam gerekirse gereksin, yaşayacağım!”
Yukarıdaki sahnede, Mikasa’nın, dünyanın acımasızlığına ve bunun her şeyin temeline işlemiş olmasına rağmen, hala yaşamayı seçtiğini görüyoruz. Bunu sağlayan şeyse yaşadığı “tek bir” iyi şey oluyor: Eren. Yine Nietzsche’yi hatırlayacak olursak: “Ya da bir zamanlar ona şöyle cevap vereceğin muazzam bir an yaşadın mı: ‘Sen bir tanrısın ve bundan daha ilahi bir şey duymadım!'”
Belki bir bengi döngü değil fakat yukarıdaki sahnede Nietzsche’ci bir hayatı olumlamaya tanık oluyoruz. Dünyanın acımasızlığı kabulleniliyor fakat buna rağmen yaşanan “tek bir” muazzam şey sebebiyle, hayat yine de olumlanıyor. Yine de yaşamaya değer görülüyor. Diyaloğun başından hatırlanacak olunursa da, Mikasa her şeye baştan başlamayı da göze alıyor. Eren’le yaşamış olduğu şey sebebiyle, kendisini sonsuz olmasa bile bir döngünün içine tekrar atmayı göze alıyor.
Aynı olumlamayı, bu sefer hayatı olumsuzlayan bir argümana doğrudan bir cevap olarak, aşağıdaki sahnede de görüyoruz.
Armin: Bana söylemelisin! Buradan dış dünyaya dönmenin bir yolu yok mu?
Zeke: Kim bilir? Bence artık imkansız…
Armin: Henüz vazgeçmedim.
Zeke: Neden?
Zeke: Çoğalmayı mı amaçlıyorsun? Türünün devamlılığı gerçekten senin için bu kadar önemli mi? Tanık olduğumuz şeyin, korku tarafından kontrol edilen yaşam formlarının acınası ölüm haykırışları olduğu söylenebilir. Hiçbir anlamı olmayan hayatı-sürdüren işlevlerden doğmuş bir korku…
Armin: Arkadaşlarım… onlar şu an savaşıyor! Çünkü hala pek çok kişiyi dehşetten kurtarabiliriz! Yaptığımız şey korkuyla savaşmak!
Zeke: Ve bu savaşı kaybetmek o kadar yanlış olur muydu? Yaşamanın bir gün ölmek manasına geldiğini biliyorsun, değil mi?
Zeke’in, hayatın acısının yanısıra, ölüm korkusu karşısında da malup olmuş olduğuna dikkat çekerim.
Zeke: Kim bilir, belki kişinin son anları, bir tür rahatlama getiriyordur. Büyüme adına, bir anlamı olup olmadığını bilmeden, manipüle edilmenin sonu.
Zeke: Bu, kulağıma özgürlük gibi geliyor…
Armin: Güneş batmaya başlamıştı. Tepedeki ağaca doğru koşuyorduk. Hangimizin daha önce ulaşacağını görmeye çalışıyorduk. Eren bir yarış olduğunu duyurup birdenbire atılmıştı. Mikasa da koşmuştu ama bilerek gerisinde kalmıştı. Ve, elbette, ben en gerideydim. Fakat… o gün esinti güzel ve ılıktı. Koşmak iyi hissettirmişti. Yapraklar her yere saçılmıştı. Ve, bir sebepten dolayı, aklıma bir düşünce gelmişti.
Armin: Belki de, doğmamın sebebi, üçümüzün bugün bu yarışı koşabilmesiydi.
Armin: Aynı şeyi daha sonra da, yağmurlu bir günde bir kitap okurken, düşündüm. Ve bir sincaba yemiş verdiğimde ve onu yediğinde. Ve pazarda dolandığımızda, yine aklıma geldi.
Armin: Bu önemsiz anların, aslında değerli olabileceği…
Zeke: O…
Armin: Bu mu? Kuma gömülmüştü.
Zeke: Neden o…
Armin: Kim bilir. Fakat benim gözlerimde, bunun gibi bir şeye çoğalmak için ihtiyaç olmasa da, inanılmaz derecede değerli.
Zeke: Evet, haklısın. Sadece atmak ve tutmak… ve tekrar atmak. Bu basit tekrar.
Zeke: Hiçbir manası yok… fakat haklısın. Sonsuza dek yakalamaca oynasam mutlu olurdum.
Bu sahnenin devamında şunu da görüyoruz.
Zeke: Rüyamıza asla ulaşamadık. Ve hala ötenazi planının yanlış olduğunu düşünmüyorum. Fakat seninle tekrar yakalamaca oynayabilmek manasına geliyorsa, sanırım tekrar yaşamak sorun olmazdı.
Yukarıdaki sahnelerde, Armin’in hayatı olumlayıcı tavrını görüyoruz. Armin, Zeke’in sunduğu evrimsel mantığı materyal bir düzeyde reddetmiyor. Fakat iş, anlam ve varoluş düzeyine gelince, diyecekleri var: hayatımızdaki mutlu anların, bunlar büyük resim karşısında önemsiz bile olsa, hayatı yaşamaya değer kıldığını savunuyor. Zeke de bu mantıktaki haklılık payını fark ediyor ve ikna oluyor. Hatta, diyaloğun sonunda, bengi döngüyü olumlamaya yakın bir şey söylüyor. Bütün acıya rağmen, “tek bir” mutluluğun (babasıyla oyun oynamasının), hayatı tekrar yaşamaya değer kıldığından bahsediyor.
Bu bahsettiğim noktanın yanısıra, Armin, oldukça önemli bir noktaya da parmak basıyor: insanın bu yazıda bahsettiğim korkuyla savaştığı gerçeğine. Bu noktada, Bleach yazılarımla olan bir bağlantıya dikkat çekmek istiyorum. Hatırlanacak olursa, Bleach’te ölüm korkusunun oldukça temel bir rolü olduğuna dikkat çekmiştim. Bleach de, bu noktada, Armin’e benzer bir şekilde, bu güçlü korkunun varlığını reddetmiyor fakat onunla savaşmanın önemine vurgu yapıyordu. Başka bir deyişle, ölümün varlığına rağmen yaşamanın ve bu korkuyla mücadele etmenin pozitif bir şey olarak resmedildiği bir anlatı sunuyordu. Bu açıdan bakıldığında, birçok farklılığı olan bu iki hikayede, benzer savlar görüyoruz.
Olumlamak ya da Olumlamamak
Bu ayrım, hayatı olumlama ve olumlamama sorunu, kozmik korku için oldukça temel bir noktayı oluşturuyor. Kozmik korkuda sadece umursamaz, düşmancıl veya soğuk bir evren sunulmuyor. Aynı zamanda bunun korkunçluğunun hayatı yok etmesi gösteriliyor. Gerek Lovecraft’ın umursamaz evreninde tepişen tanrıların insanları ezmesi gerekse Ligotti’nin evreninde düşmancıl bir gerçekliğin insanı yok etmesi olsun, ikisinin sonunda da, insanın zihinsel melekelerini yitireceği ve kaldıramayacağı bir gerçeklik sunuluyor. Böylelikle, bu edebi yaratımlarda, hayatı olumsuzlayan bir pesimist yaklaşım sunulmuş olunuyor. Olumsuzlayıcı felsefi pesimizm bu edebi akımda hayat buluyor.
Bu felsefi yaklaşım bu eserlerin yazarlarının gerçek dünya hakkındaki görüşlerini zorunlu olarak yansıtmıyor. Lakin bilimin ilerleyişinin insanın gözlerinin önünde açtığı bu amaçsız ve uçsuz bucaksız evrene dair korkularını ve gerilimlerini, olabilecek en karanlık bir şekilde açığa çıkarıyor. Modernite öncesi inançlara bağlılığı kopmuş veya zayıflamış modern insanın yaşadığı varoluşsal gerilimi edebiyata kusuyor. Ebedi galaksileri, umursamaz tanrıları, aşırı gelişmiş uzaylıları ve tahayyül edilemezliğiyle yarattığı resimde, insanın üstüne düşünmekten köşe bucak kaçındığı, kısa cevaplarla geçiştirdiği şu derin korkuyu cisimleştiriyor: peki ya hiçbir şeyin anlamı yoksa ve hayat yaşamaya değmezse?
Kozmik dehşet türünü çekici kılan ana etkenlerden birisi bu oluyor. Lakin bu korkunun var olması ve ilginç edebi eserlere yol açması, hayatı olumsuzlamak gerektiği manasına gelmiyor. Sonuçta, birey, evrensel bir hayat yaşamıyor. Yaşamın genelinin çektiği ıstırap, zorunlu olarak, bireyin hayatının ıstırapla dolu olduğu manasına gelmiyor. Kişinin hayatında büyük acılar olsa bile, bu, onun hayatında bunları çekilir kılacak büyük veya küçük mutluluklar olmadığı manasına gelmiyor. Burada dehşet yönetimi kuramına dönecek olursak, insanın hayatının değeri olduğunu hissetmesi için doğanın adil olması gerekmiyor. Gerek yakınımızdaki gerekse uzağımızdaki insanlarla etkileşimimiz ve bir şeylere yaptığımız katkılar gibi şeyler bunu sağlıyor. Doğanın, genel olarak, düzen, devamlılık ve anlam hissini içermesi de gerekmiyor. Kişinin hayatının bir düzeni olmasıyla, genel bir düzen olması farklı şeyler; devamlılık hissi yaşamamız için bir şeylerin sonsuza dek devam etmesi gerekmiyor; bir şeyin anlamı olup olmadığı sorusuysa, insani bir boyutta yargılanarak daha olumlayıcı bir ışıkta cevaplanabiliyor. Günün sonunda, evrensel düzlemde yaşanan ve bireysel düzlemde yaşanan şeyler arasında bir fark olduğunu hatırlamak gerekiyor. Bu fark, bir dereceye kadar, toplumsal düzlemle bireysel düzlem ayrımı için de geçerli. Toplumsal düzen kişiyi daha çok etkilediği için daha fazla kesişim var fakat buna rağmen, yine de tamamen aynı değil.
İşin diğer yanında, felsefi yaklaşımlar hakkında Nietzsche’nin belirttiği bir mevzu var: mutlak göreliliği kabullenen bir felsefi yaklaşımda bile, kişinin hayatı olumsuzlayıcı bir felsefeyi kabullenmesi bir paradokstan ve mantıksızlıktan başka bir şey değildir çünkü kişi hiçbir zaman hayatın perspektifinin dışına çıkamaz. Sonuçta, bir perspektifi olumsuzlamak için onun dışına çıkmak gerekmektedir. Oysa hayatın dışına çıkmak demek yok olmak demektir. Dolayısıyla, var olan birisi asla hayatın perspektifinin dışına çıkamaz. Böyle bir şey sadece bir irrasyonellik, çelişki ve zarar üretebilir. Dolayısıyla, yaşayanlar olarak, hayat perspektifinin içinde kalmamız daha faydalıdır. Bu yüzden, diye düşünmüştür Nietzsche, tamamen göreli bir evrende bile, hayatı olumlayıcı bir felsefe benimsemek gerekmektedir.
Başka bir şekilde ifade edilecek olursa: tamam, ölüm kötü ve ıstıraptan bol bir şey yok, ama ne yapayım? Hala mutlu olmak istiyorum. Ve bunlara takılıp kalarak hayata lanet okumak beni sadece mutsuz ediyor. Ne benim işime yarıyor ne de böyle hayatı olumsuzlayıcı bir felsefeyi yaymak başkalarına bir katkı yapıyor.
Burada mutlulukla kastettiğim sadece zevk hissiyatı değil, aynı zamanda, anlamlılık, bağ kurma, amaç hissi gibi şeylerdir.
Peki, bütün vahşete, zulme, pesimizme, dehşete ve anlamsızlığa rağmen, neden bireyin mutlu olmayı hak ettiği sorusuna gelirsek…
“Neden mi? Yani, bu… bu bariz, değil mi?”
“Bu dünyaya doğduğum için!”
Buna rağmen, Zeke’in değindiği doğru bir şey var. Yaptıklarımızın gerçekten bir anlamı olup olmadığını bilmiyoruz. İllüzyonlar peşinden koşan, hayatının önemli bir kısmını bunlar üstüne inşa eden on milyarlarca insan oldu ve olmaya devam edecek. Lakin, bu böyle olsa da, devam etmekten başka bir çare yok. Öteki yolda sadece yıkım yatıyor.
Benzer bir mantığı, aşağıdaki sahnede görüyoruz.
Floch: Ölmek mi üzereyiz?
Erwin: Bu doğru.
Floch: Yani, demek istediğin, madem her şekilde öleceğiz, savaşarak ölebiliriz.
Erwin: Bu doğru.
Floch: Hayır. Madem her şekilde öleceğiz, istediğimiz gibi ölebiliriz, emirlere karşı çıkarak bile… ve bunun hiçbir farkı olmaz… değil mi?
Erwin: Bu kesinlikle doğru.
Erwin: Hiçbir fark yaratmıyor. Ne tarz bir rüyan ve umudun olmuş olursa olsun, şu ana kadar ne kadar mutlu bir hayat yaşamış olursan ol, bir kaya tarafından ezildiğinde bedenine olan şey aynı. Er ya da geç, herkes ölür.
Erwin: Bu, bütün hayat anlamsız manasına mı geliyor? Doğmuş olduğun gerçeği en başından beri anlamsız mıydı?
Erwin: Aynı şeyi ölü yoldaşların hakkında söyler miydin? O askerlerin hayatları… anlamsız mıydı?
Erwin: Hayır, değildi! Ve bizim mücadelemiz o askerlerin hayatlarına anlam veriyor!
Erwin: O cesur, ölmüş erkek ve kadınlar! O zavallı, ölmüş erkek ve kadınlar! Onları hatırlayabilecek yegane kişiler biziz, yaşayanlar! Bu yüzden, burada öleceğiz ve bizim hayatımızın anlamını bir sonraki nesile emanet edeceğiz!
Erwin: Bu acımasız dünyaya karşı isyan edebilmemizin yegane yolu bu! Askerlerim! Hiddetlenin! Askerlerim! Haykırın!
Erwin: Askerlerim! Savaşın!
Yukarıdaki sahnede, yaşam boyu verilen anlam mücadelesinin belirsizliğinin yarattığı şüpheye ve korkuya verilen bir cevap görüyoruz. Dünyanın belirsizliği, acımasızlığı ve umursamazlığı karşısında, kişinin yaşadığı hayatın bir anlamı olup olmadığı sorgulanıyor.
Metaforik bir düzeyde alırsak, şunun söylediğini görüyoruz: ne şekilde yaşarsak yaşayalım, öleceğiz. Bu gerçek asla değişmiyor. Lakin, yine de, dünyanın acımasızlığına ve umursamazlığına karşı verilen hayatı olumlama (onu anlamlandırma) mücadelesi, bir değer ifade ediyor. Bu değeri de, sonraki nesiller biçiyor.
Bu mantıkta, dehşet yönetimi kuramındaki başa çıkma yollarının hemen hepsini görebiliyoruz. Kişi kendisinden daha büyük bir şeye katkı yaparak, devamlılık üretiyor. Aynı zamanda başkalarının iyiliği ve kendi idealleri için mücadele ederek, hayatında bir anlam ve değer yaratıyor. Bu mücadeleyi seçmesiyse, bir nevi kontrol hissiyatı veriyor. Hayatında bir seçeneği olduğu ve bir şeyleri değiştirebileceği hissi.
Böylelikle, ölüm korkusuna karşı verilmiş bu cevapta, dehşet yönetimi kuramının bahsettiği mekanizmaların işleyişini görebiliyoruz. Erwin’in monoloğunu bağlamının kısıtlamalarından kurtararak genellersek de, belli bir gerçeğe işaret ettiğini görüyoruz: ölüm karşısında en fazla elimizden geleni yapabiliriz. Bu da iyi bir hayat yaşamaktır. Gerisi bizden çıkmış.
Bu mantık sayesinde, kişi, gücünün sınırlarını ve bunun yarattığı belirsizliği kabulleniliyor fakat yine de, bu sınırlamalar dahilinde, olumlayıcı bir tutum benimsiyor. Başka bir deyişle, şu söyleniyor: aşağı yuvarlanıp yuvarlanmayacağını, orada kalıp kalmayacağını bilmeden, o kayayı tepenin üstüne çıkarmayı denemek zorundayız.
Tekrar…
…tekrar…
…ve tekrar.
Elinize sağlık.Güzel bir yazı,keyif alarak okudum.