Train to Busan, 2016’da çıkmış ve türe yeni bir soluk getirmiş, Kore yapımı bir zombi filmidir. Çoğu zombi filminin aksine, karakterlerin başına gelenleri ve duygularını önemsiyorsunuz. Bir tren gibi kapalı bir ortamı seçmesiyse atmosfer olarak oldukça fazla şey katıyor. Lakin bu yazıda ele alınacak olan şeyler filmin teknik yanları değil, onun anlattığı hikayedeki kimi elementlerin ne anlama gelebileceğidir.
[Aşağıdaki yazı spoiler içermektedir]
[Bu yazı, yazarın kendi sitesinde de yayımlanmıştır.]Öncelikle, filmin sınıfsal bir yanı olduğu en başından beri belli oluyor. Baş karakterimiz bir fon denetçisi, yani yatırımcıların fonlarını yönetmekle görevli, yüksek maaş alan beyaz yakalı bir işçidir. Filmin başında bir biyoteknoloji firmasında bir kaza olduğunu görüyoruz ve bir zombi hayvan buradan kaçıyor. Konuşmalardan anladığımız kadarıyla, daha önce de benzer bir kaza yaşanmış ve bu yüzden etraftaki bütün hayvanları öldürmek zorunda kalmışlar. Bir sonraki sahnede, baş karakterimiz Seok-woo’ya bir emir geliyor. Elindeki fonların hepsini satması söylendiğinde, bunun piyasayı dengesizleştireceğini söylüyor ama dinlenmiyor. Bu önemli çünkü daha sonra göreceğimiz üzere, Seok-woo bencil birisi olsa da, henüz tamamen bu sistemin parçası haline gelmemiş. Bunu, işinde henüz bir çaylak olmasına bağlayabiliriz (çaylak olduğunu kendisi söylüyor).
Seok-woo’nun ev hayatı oldukça karmaşık bir durumda. Karısıyla boşanma sürecindeler ve çocuğu Soo-an’ın resitalini kaçırmış. Oldukça fazla çalışıyor ve evine zaman ayıramıyor. Ancak eviyle ilgili tek sorun bu değil. Filmin geri kalanında, Soo-an’ın söylediğine göre, eşiyle boşanmasının sebebi kendisinin bencil birisi olmasıymış. Bu sefer, Seok-woo’nun bencilliği doğrudan söyleniyor.
Sahip olunan işin ve toplumsal konumun insanı nasıl etkilediğini, orta yaşlı bir iş adamı olan Yon-suk’ta da görüyoruz. Zombilerden saklanmak için trenin tuvaletine saklanmış bir evsizi göstererek, Soo-an’a “Çalışmazsan, büyüyünce böyle olursun,” diyor. Soo-an’ın cevabı “Annem, bunu diyen insanların kötü kişiler olduğunu söyledi,” oluyor. Elbette, Yon-suk bunu geçiştiriyor ve gülerek “Annen okulda başarısız birisiymiş,” diyor. Bu diyalogta basitçe anlatılan, kötü durumdaki birisini görünce, onun durumunu iyileştirmeyi düşünmek yerine, onu ibret-i alem bir başarısızlık örneği olarak gören kişinin kötü birisi olduğudur. Bu mentalite, kapitalist başarı tutkunlarının pek çoğuna işlemiş bir şeydir. Kişinin kötü koşullara düşmesini, sistemin bir eksiği veya yanlışı olarak görmek ya da en azından onlara yardım edilmesi gereken insanlar olarak yaklaşmak yerine, onların bu durumunu kişisel başarısızlıklarına bağlar ve “Hak etti,” derler. Herkesin hak ettiğini bulduğunu varsayan bu düşünce tarzı, “adil dünya hipotezi” olarak geçmektedir ve pek çok acımasız davranışın düşünsel kaynağını oluşturmaktadır.
Yukarıda yaşanan konuşma ve Yon-suk’un genel olarak kişiliği, filmde işlenen kimi motifleri oldukça temel bir şekilde belirliyor. Yon-suk, baş karakterimiz Seok-woo’nun geleceğini temsil ediyor. Kendisi, içinde bulundukları trenin sahibi olan Stallion Express’in CEO’sudur. Yani oldukça yüksek düzeyde bir sınıfsal konuma sahip. Bu yüzden, bencil hareketlerde bulunuyor ve sürekli olarak başkalarını tehlikeye atıyor. Seok-woo yolun başında olduğu için henüz bu aşamaya gelmemiş ve onu ahlaken kurtaran da bu oluyor.
Bu ahlaki kurtarım sadece kendi içinde bir amaç da değil. İlk istasyonda indiklerinde, Seok-woo kızını alıyor ve bağlantıları aracılığıyla aldığı bir tüyo sayesinde, ana gruptan ayrılıyor ve bir kestirmeden kendisini ve kızını kurtarmaya çalışıyor. Daha önce kızı Soo-an başkasına yer verince ona tavsiye ettiği gibi, sadece kendisini (ve sevdiklerini) düşünüyor. Bu neredeyse kızının ölümüne yol açıyor çünkü istasyon çoktan zombi istilasına uğramış. Soo-an bir zombi tarafından öldürülmek üzereyken, kızın imdadına başka bir yolcu olan Sang-hwa yetişiyor.
Sang-hwa, hareketleri ve söyledikleriyle, Seok-woo’nun yargılayıcısı ve aynı zamanda kurtarıcısı olan bir karakterdir. Filmin başlarında, Seok-woo, Sang-hwa’nın üstüne bir kapıyı kapatıyor ve az kalsın onu ve eşini zombilere yem ediyor. Ancak Soo-an’ın söyledikleri Seok-woo’nun vicdanını canlandırıyor ve ikiliyi içeri alıyor. Sang-hwa bu olayla ilgili Seok-woo ile yüzleşiyor ve özür dilemesini talep ediyor, hatta onu tehdit ediyor. Filmin başka bir noktasında, Seok-woo’nun işini öğrendikten sonra ona parazit diyor (ilginç bir şekilde, Seok-woo’nun kızı bile ona katılıyor). Lakin bütün bunlara rağmen, Seok-woo istasyonda bencilce bir şekilde başkalarını terk etmeye hazırken, Soo-an’ı kurtaran Sang-hwa oluyor. Hatta bununla kalmıyor ve uzun bir süre boyunca, Seok-woo ve Sang-hwa işbirliği yapıyor. Trene tekrar binerken ayrı düştükleri sevdiklerini kurtarmak ve onlarla beraber güvenli vagonlara ulaşmak için, beraber çalışıyorlar. Bu noktada, Seok-woo’yu kurtaran, başkaları pahasına çıkar elde etmek değil fakat işbirliği oluyor.
Bütün bunların sonunda, orta yaşlı CEO Yon-suk’un bulunduğu vagona vardıklarında, oldukça ironik bir şekilde, bu sefer kapı Seok-woo’nun yüzüne kapanıyor. Yon-suk, vagondaki diğer yolcuları galeyana getiriyor ve kapıyı bizim ekibimize açmıyorlar. Filmin iki karakter arasındaki paralelliğinin doruk yaptığı ve aynı zamanda farklılıkların öne çıktığı nokta da burası oluyor. Seok-woo, Sang-hwa ve hamile eşine kapıyı açmışken, yanlarında bir hamile kadın ve hatta gözlerinin içine bakan bir çocuk olmasına rağmen, Yon-suk kapıyı kesinkes açmayı reddediyor. Buna rağmen, bizim ekip zorla içeri girmeyi başarıyor ama Yon-suk ve diğer yolcuların bencilliği yüzünden, Sang-hwa ve bizimkilerin yolda kurtardığı kişiler arasında bulunan bir yaşlı kadın zombiye dönüştürülüyor.
Bu olaydan sonra, Seok-woo, Yon-suk ile yüzleşiyor ve onları öldürenin Yon-suk olduğunu söylüyor. Bu sefer, Yon-suk gittikçe batıyor ve hiçbir kanıtı olmamasına, hatta bariz bir yalan olmasına rağmen, Seok-woo’yu çoktan ısırılmış olmakla suçluyor. Bu yalanına rağmen, söyledikleri işe yarıyor ve vagondakiler, Seok-woo ve yanındakileri başka bir vagona atıyor. Ancak bu “zaferleri” çok uzun sürmüyor. Zira zombiye dönüştürülen yaşlı kadının kardeşi, vagona bakıyor ve “Bir avuç bok çuvalı,” diyerek zombileri içeri alıyor. Burada işin ilgi çekici yanı, zombiye dönüştürülmüş kadının oldukça özgeci birisi olduğundan ve başkalarını hep kendisinin önüne koymasından bahsedilmesidir. Kardeşi, onu öldürten şeyin bu olduğunu düşünüyor ama bir yandan da, bencilliği sayesinde hayatta kalmış vagon sakinlerinin yaşamaya değmez bir avuç bok yığını olduğunu düşünüyor. Böylelikle, kendisini ve onları öldürtüyor.
Değinilmesi gereken diğer bir nokta, filmin aşağı yukarı bu dakikalarında, Seok-woo’nun bir telefon almasıdır. Onun altında çalışan bir analizci onu arıyor ve ağlayarak, zombi salgınının kendi firmalarından çıktığını söylüyor. “Bizimle bunlarla bir alakamız yok, değil mi? Sadece emirleri uyguluyorduk,” diyor. Bu mantık, Nürnberg Mahkemeleri’nde yargılanan Nazilerin kullandığı “Befehl ist Befehl,” yani “Emir, emirdir,” mantığını akla getiriyor. Kişisel sorumluluktan kurtulmak için oldukça sık kullanılan bu bahane, psikolojide geçen “sorumluluk difüzyonu” durumuna tekabül ediyor. Kişinin “Etrafta başkaları da vardı,” veya “Emir almıştım,” diyerek sorumluluğu yayması (difüze etmesi) onu kendi eylemlerinden daha az sorumlu hissettiriyor ve böylelikle, yaptığı acımasız davranışlara rağmen vicdanını rahatlatıyor.
Seok-woo ve analizci, elbette, bu olayda sorumluluk sahibidirler. “Ben sadece işimi yapıyordum,” bahanesi, Nürnberg Mahkemeleri’nde Nazilerin yargılanmasını ve cezalandırılmalarını engellemedi çünkü bu bir gerçeklikten öte, insanın sorumluluktan kaçmak için kullandığı psikolojik bir mekanizmadır. Öte yandan, insan içinde bulunduğu sisteme göre şekillendirilir. Filmin başından beri gördüğümüz üzere, kişinin altında çalıştığı sistemin gerekliliklerine göre davranması, onun ahlaki karakterini yozlaştırıyor. Örneğin, Seok-woo’da bu yozlaşma başlamış ve kapitalist sistemin en üst noktalarından birisinde bulunan Yon-suk’ta bu yozlaşma doruk noktasına varmıştır.
Yon-suk’un yozlaşmışlığındaki zirveyi belki de bu sıralarda görüyoruz. Tren duruyor ve başka bir trene aktarma yapmak zorunda kalıyorlar. Vagona salınan zombilerden, tuvalete saklanarak kurtulmuş Yon-suk’un yanında başka birisi daha bulunuyor. Yon-suk yanındaki diğer kişiyi kandırıyor ve onu zombilere atarak öldürüyor. Zombiler, bu diğer kişiyi öldürmekle meşgulken, Yon-suk kaçıyor. Yolda üç kişinin daha ölümüne yol açıyor ve diğer trene ulaşıyor.
Bu sıralarda, yeni trene ulaşmaya çalışan Seok-woo ve ekibi zor bir durumda kalıyor fakat filmin başında gördüğümüz evsiz karakterin kendisini feda etmesi sonucu, baş karakterimizin kızı Soo-an ve Sang-hwa’nın eşi Seong-kyeong kurtuluyor. Bundan sonra, film oldukça geleneksel bir akışı takip ediyor. Trene vardıklarında, Yon-suk zombi oluyor ve Seok-woo’yu ısırıyor. Seok-woo onu ve ardından kendisini trenden aşağı atarak Soo-an ve Seong-kyeong’u kurtarıyor. Hem karakter gelişimi yaşamış ve artık özgeci olan baş karakter hem de sonuna kadar bencil olan karakter ölüyorlar. Lakin işin ironik yanı, Yon-suk bu kadar bencil olmasa ve sürekli olarak bulunduğu gruba zarar vermese, kendisinin kurtulma şansının çok daha yüksek olacak olmasıdır.
İşin diğer bir yanında, Seok-woo’nun son fedakarlığı, Sang-hwa’nın babalığın teşekkürsüz ve fedakar bir iş olması lafını hatırlatıyor. Bir kez daha, kadınlar ve çocuklar için kendilerini feda edenler erkekler oluyor. Film, bu açıdan, geleneksel cinsiyet kalıplarını hiç sorgulamadan devam ettiriyor.
Filmin sonu şunu da merak ettiriyor: bencillik ve özgecilik üstüne ele alınan hikayelerin sonunda, kendisini feda etmeyen özgeci bir figür acaba bir gün görülecek mi? Bu tarz bir motifin sıkıntılı yanı, özgeciliği sürekli olarak bir kurban mentalitesi gibi ele alması ve bireyin kendisini başkaları için feda etmesini salık vermesidir. Oysa daha dengeli ve daha nüanslı bir yaklaşım da mümkün olmalıdır. Hayat çoğunlukla siyah-beyaz değildir ve özgecilik bireyin kendisine ve başkalarına zararlı olabilmektedir. Örneğin, aşırı özgeci veya bunu zekice bir şekilde yapmayan bir insan, başkaları tarafından sömürülecektir. Diğer bir yanda, dünyadaki pek çok zararlı insan ve grup, yaptıkları şeylerin toplumun iyiliği uğruna olduğuna inanmaktadır. Başka bir deyişle, özgecilik, koşulsuz şartsız “iyi” değildir. Bu açıdan, Train to Busan, geleneksel ve yüzeysel bir aşırı basitleştirmeyi takip etmektedir. Lakin içinde bulunduğumuz koşulların ve sistemlerin insanların davranışlarını nasıl şartladığını anlatması açısından başarılı bir iş çıkarmıştır.
İlk Yorumu Siz Yapın