Yaklaşık 13 sene önce Naruto okumaya başladığımda, henüz ergenlikteydim. Serinin pek çok yanı bana hitap ediyordu fakat özellikle sorduğu sorular ilgimi çekmişti. Nefret döngüsünün nasıl çözüleceği ve barışa nasıl ulaşılacağı gibi sorular aklımı meşgul ediyordu. Ne de olsa, bunlar sadece Naruto evrenine has şeyler değil, bizim dünyamızı da ilgilendiren meselelerdi. Bu yüzden, öğrenmeye meraklı bir genç olarak, bu sorular beni büyülemişti. Lakin zaman geçti ve seri kendi ağırlığının altından kalkamaz oldu. Ortaya attığı bu sorulara, çocukça, gerçek dünyada hiçbir karşılığı olamayacak yanıtlar verdi veya onları tamamen görmezden geldi.
[Bu yazı, yazarın kendi sitesinde de yayımlanmıştır.]
Bu durumu Naruto’nun Başarısı ve Kaçınılmaz ‘Başarısızlığı’ isimli yazımda detaylıca ele almıştım. Naruto’nun yarattığı politik atmosferin ne kadar yerinde olduğunu, gelişimini, güçlü ve zayıf noktalarını açıkladığım bu yazıyı okumanızı tavsiye ederim (burada söylenilecek olanlar, onların devamı niteliğindedir). Kısaca bir özet geçecek olursam, her şey Madara ve Hashirama’yla başlıyor. Klanların sürekli birbiriyle savaştığı ve ortalama yaşam süresinin otuz sene olduğu bir dönemde yaşayan bu ikili, buna bir çare arıyor. Bunun sonucunda, düşman iki klan birlik oluyor ve Ateş Ulusu’yla işbirliği yapıyorlar. İlk köy kuruluyor ve oldukça etkili oluyor. Kısa sürede, köy-devlet sistemi dünyaya yayılıyor. Şiddet oranı düşüyor, yaşam süresi uzuyor. Ancak Madara zamanla bunun yetersiz olduğunu düşünmeye başlıyor.

Bu sözler, Hashirama köyünü korumak için kendi çocuğunu bile öldürebileceğini söyledikten sonra, Madara ‘ölmeden’ hemen önce sarfediliyor. Kastettiği şey, amaçlarının barış olduğu ve köy sisteminin asıl amaç olmadığı, öyle olursa bunun yine şiddete yol açacağıdır. Yıllar geçiyor ve dediğinde haklı çıkıyor. Köy sistemi, kendi içinde bir amaç haline geliyor ve köy-devletler arasında savaşlar, hatta dünya savaşları çıkıyor. Hashirama bile “Belki de Madara’nın dediği doğruydu. Belki de şu an gelinen durumu öngörmüştü,” diyor.

Bir önceki yazımı burada bitirmiş ve yazarın bu soruya çözüm bulamamış olmasının doğal olduğundan bahsetmiştim. Peki gerçekten öyle mi?
Sistem Realizmi
Önceki yazıda vardığım sonuç, filozof Mark Fisher’ın “kapitalist realizm” dediği şeyin bir uzantısıdır. “Dünyanın sonunu düşünebiliriz ama kapitalizmin sonunu düşünemeyiz,” cümlesiyle özetlenebilecek olan bu görüşe göre, içinde yaşadığımız sistem bizim bilinçaltımızın derinliklerine kadar işlemiştir. Sanki hep bu varmış ve hep bu olacakmış gibi düşünürüz. O ‘doğal’ olandır, yegane ‘gerçek’ şeydir. Geçmişe ve gelece doğru uzanan, tahayyül edilebilecek her şeyi kaplayan sonsuz bir okyanus gibidir. Oysa bu, insan zihnindeki bir önyargının ürünüdür. O da, içinde yaşadığımız dünyayı, her zaman öyleymiş gibi zannetmemizdir. Bu gösterilebilir bir şekilde yanlıştır. Tarihi inceleyenler bilecektir ki, sistemler doğar ve ölür. Bu açıdan, özel olarak ‘doğal’ denilebilecek bir sistem olmadığı gibi, çıktığı zamanda işe yarayan sistemlerin zamanla bir yük haline geldiği ve çöktüğü de olmuştur. Bu sebeplerle, ben bu kavramı sadece kapitalizm için değil, herhangi bir sistem için geçerli görüyorum. Buna ‘sistem realizmi’ denilebilir.

Hashirama ve Madara’nın değiştirmeyi amaçladığı, yaygın şiddeti ve ölümü olağan gören anlayış.
Buna bir örnek olarak monarşiyi verebiliriz. Monarşi sisteminin yaygın olduğu dönemlerde, bu doğal, hatta tanrıdan gelen bir sistem olarak görülüyordu ve insanların büyük çoğunluğu -aynı şu anki sistemlere bakıldığı gibi- bunun değişemeyeceğini düşünüyordu. Diğer bir örnek, kölelik sistemidir. Oldukça uzun bir süre var olmuş bu olgu, birçok insan tarafından ‘doğal’ olarak karşılanmıştır. Hatta Plato gibi filozoflar bile bunun ‘doğallığını’ savunmuştur. Oysa oran olarak baktığımızda, kölelik şu an neredeyse tamamen yok olmuştur. ‘İnsan doğası’ argümanları bu açıdan hiç de yeni değiller ve genellikle oldukça yanlış çıkıyorlar.
Doğal Durum ve Devlet
Konumuzla alakalı diğer bir örnek, devletlerin ortaya çıkışıdır. Yaklaşık 5000 yıl önceye kadar, insanlar avcı toplayıcı toplumlar, tarımsal kabileler veya şeflikler halinde yaşıyordu. Bu toplumlarda, şiddet sonucu ölüm %15 kadar yüksek bir orana sahipti çünkü bu toplumlar sürekli birbirlerine yağmalar yapıyor, düşmana ait savaşçı erkekleri, aynı zamanda yaşlıları, kadınları ve çocukları öldürüyorlardı. Ancak devletin, yani gücü merkezi bir şekilde toplayan ve yasalar koyan oluşumların ortaya çıkışıyla beraber, şiddet sonucu ölüm oranı %1-5 arasına düştü.

Bu durum, filozof Thomas Hobbes’un ‘insanın doğal hali’ dediği şeyle oldukça uyumludur. Hobbes’a göre, insan denilen canlı, doğal halinde oldukça vahşidir. Onu daha barışçıl hale getiren şey, devletin veya onun deyişiyle Leviathan-devletin ve medeniyetin ortaya çıkışıdır.
Bu önerme, başka çalışmalarla da destekleniyor. Son 50.000 yılı inceleyen bir araştırma, insan türünün birbirini öldürme oranının, diğer memelilerin birbirlerini öldürme oranına kıyasla, oldukça yüksek olduğunu buluyor. Sadece insan türü, yani Homo sapiens de değil, içine dahil olduğumuz ve Hominoidea diye geçen grup, yani ‘İnsansılar ve İnsansı maymunlar’ süper ailesi, memeli ortalamasından daha yüksek çıkıyor. Yani, diğer memelilere kıyasla, birbirimizi öldürmeye meylimiz daha fazladır. Bu araştırma, yine, devletin ortaya çıkışının, birbirimizi öldürme oranımızı düşürdüğünü gösteriyor. Bunun sebebi, devletin şiddet hakkını kendi tekeline almasıdır.

Bir önceki yazıda, Naruto evreniyle paralellikten bahsetmiştim. Bizim dünyamızda Leviathan-devletin ortaya çıkışıyla, Naruto evreninde köy-devletin ortaya çıkışı birbirine oldukça benziyor. Elbette birebir aynı değiller ama zaten tamamen aynı olmaları gerekmiyor. Önemli noktalarda yeterince paralellik var.
- Naruto evreninde, köy-devletin ortaya çıkışıyla beraber, tamamen yeni bir dünya oluşuyor. Köy-devletler şiddet hakkını kendi ellerinde topluyor ve böylelikle daha küçük gruplar arasındaki çatışmayı çok büyük oranda indirgiyorlar.
- Bizim dünyamızda, Leviathan-devletler şiddet hakkını kendi ellerinde toplayarak, daha küçük gruplar arasındaki çatışmayı oldukça azaltıyorlar. Yeni bir dünya oluşuyor.
- Naruto evreninde öldürülme oranı düşüyor ve ortalama yaş süresi uzuyor.
- Bizim dünyamızda, öldürülme oranı %15’ten, %1-5 arasına düşüyor. Doğal olarak ortalama yaşam süresi de uzuyor.
Sistemlerin Sınırları
Bütün bu iyiliğine rağmen, unutulmaması gerekir ki, hiçbir sistem mükemmel değildir ve bu sistemlerden daha iyisinin yapılabileceği, hatta bunun zorunlu olduğu zamanlar gelir. Hem Naruto dünyasında hem de bizim dünyamızda devlet sistemi, zaman içinde kendi sorunlarını yaratmaya başlıyor. Yukarıdaki grafikte, 1400’den beri, çatışmalarda ölen insanların oranı verilmiştir. Soldaki Y kısmı, 100.000 kişi başına, şiddetle ölen kişi sayısını göstermektedir. Kırmızı çizgi, sivil+askeri ölümleri, mavi çizgi sadece askeri ölümleri gösteriyor. Kırmızı çizgiye baktığınızda, ne kadar inip çıktığını görebilirsiniz. Çıkış noktaları, devletlerin büyük bir şiddet ürettiği anları göstermektedir.
Yukarıda bir grafiğini verdiğim diğer bir araştırma, yine benzer bir sonuca varıyor. Yani, devlet sistemi önceki döneme göre şiddeti düşürse de, kendisi yine şiddete yol açıyor. Aynı şekilde, Naruto dünyasında köy-devlet sistemi kaotik bir dönemi bitirmiş olmasına rağmen, kendi şiddetine yol açmamış mıydı? Hem bizim dünyamızda hem de Naruto dünyasında, devletler arasında çok korkunç dünya savaşları yaşanmadı mı? İşte bu noktada, iki dünyada da bir sorun oluşuyor. Evet, geçmişe oranla şiddet düştü fakat günümüzde nasıl düşecek? Daha ileriye nasıl gideceğiz?
Geçmişin Yükü ve Yeni Dünya

Hiçbir sistemin mükemmel olamayacağını kabullenmek gerekiyor. Hashirama ve Madara’nın hikayesinden ve Leviathan-devlet durumundan çıkarılacak bir sonuç varsa budur. Lakin bu, sistemler iyileştirilemez demek değildir. Aşağıda, bu konuda iki argüman sunacağım. Bu argümanlar hem Naruto dünyası hem de bizim dünyamız için geçerlidir.

İlk argüman, duruma antropolojik bir bakış açısıyla yaklaşan Oğuz Adanır’dan geliyor. Adanır’a göre, insan tarihi boyunca fakat özellikle ilkel zamanlarda, savaşa yol açan önemli bir etken, toplumların farklı değerlere sahip olmasıdır. ‘İlkel Savaşçı Toplumlarda Öldürülme ve Öldürme İlişkisi’ yazısında şunları söylemiştir.
“Tüm dünya, üç aşağı beş yukarı, benzer insani ve ahlâki değerlere sahip olmadan, yeryüzünde şiddete bir son verilmesi, terörün ortadan kaldırılabilmesi söz konusu değildir… günümüze özgü akılcı düşünce, teknolojik ve bilimsel açıdan giderek küreselleşen, yani tek bir topluluğa evrilecek gibi görünen ya da o hale getirilmeye çalışılan dünya toplumlarını, eğitim-öğretimin yardımıyla, demokrasi, eşitlik ilkesi üstüne oturan evrensel insani değerler ve erdemleri paylaşmaya itmek zorundadır.”
Bu dediği desteksiz değildir. Örneğin, demokratik değerlere sahip toplumlar, birbirleriyle daha az savaşmaktadırlar. Hatta, kimi zaman aksaklıklar olsa da, uzun vadede dünya daha demokratik hale gelmektedir. Yani bu süreç şimdiden gerçekleşiyor olabilir.

İkinci argüman, günümüzün koşulları göze alınarak yapılan ve gittikçe daha çok kişi tarafından savunulan bir tanesidir. Ekonomik eşitsizlik ve özellikle iklim krizi gibi sorunların tek bir devlete bırakılamayacak kadar önemli olduğunu söyler. İklim değişikliği, şimdiden insanlığı etkilemeye başlamış ve şiddeti gittikçe artan bir krizdir. Etkilerinin 21. YY içinde bile felaket boyutlarına varabileceği konusunda oldukça oturmuş bilimsel temeller vardır. Bu yüzden, bir devletin yaptığı sera gazı salınımı bütün insanlığı etkilemektedir. Bir devletin doğayı kirletmesi veya ağaçları kesmesi, bütün insanlığı etkilemektedir. Bundan yola çıkarak, daha fazla uluslararası organizasyonlara ve işbirliğine ihtiyaç duyduğumuz söylenmektedir.
Bunu destekleyen bir argüman, devletlerin ortaya çıkışını açıklamaya yönelik bir hipotezdir. Buna göre, Mezapotamya gibi yerlerde devletler çıkarken, Güney Amerika gibi yerlerde bunun oldukça sonra olmasının sebebi kaynak sınırlamasıdır. Güney Amerika gibi yerlerde kaynaklar bolken ve coğrafi ayrımlar azken, devletlerin ilk ortaya çıktığı bölgelerde kaynaklar azdır ve/ya coğrafi sınırlar mevcuttur. Bu yüzden, bu toplumlarda yeni çözümler bulmak için bir baskı oluşmuştur. Bu da, daha etkili organizasyon biçimlerinin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Günümüzde benzer bir baskıyı, iklim krizi oluşturmaktadır.

Bu argümanlar, bizi, en başta dediğim noktaya geri getiriyor. Naruto’nun yazarı, içinde yaşadığı dünyadaki sorunları görmüş ve bunu kurgusuna yansıtmıştır. Naruto’nun ikinci kısmını düşünsel açıdan bu kadar ilgi çekici kılan da, nokta atışı şeklinde yaptığı bu tespitlerdir. Lakin, sistem realizmi dediğim şeye kapılmış ve bu karmaşanın içinden çıkamamıştır. Örneğin, aynı Mark Fisher’ın dediği gibi, dünyanın sonunu Madara’nın planıyla hayal edebilmiş fakat köy-devlet sisteminin sonunu hayal edememiştir. Bu sebeple, Hashirama ve Madara’nın yaptığı gibi yeni bir sistem kurmak yerine, sadece “Indra’nın varisini imana getirirsek her şey çözülür,” seviyesine indirgemiştir. Oysa Naruto’nun yapması gereken sadece bu değildi. Köy-devlet sisteminin ötesine geçmeli, uluslararası işbirliğinin oldukça yüksek seviyede olduğu bir dünya oluşturmalıydı.
Düşünsenize, beş kage sistemi yine var fakat uluslararası bir yapılanma, farklı ulusları ortak bir çatıda toplayacak bir sistem oluşturulmuş. Başında da Naruto var. Oldukça tatmin edici ve yeni bir şey söyleyebilmiş bir son olmaz mıydı? Üç-beş gökdelen atıp ilerleme hissi yaratmak yerine, çok daha makul bir son olurdu. Üstelik bunun tohumları, son dünya savaşında beş büyük ulusun bir arada çalışmaya başlamasıyla ve Ortak Shinobi Kuvvetleri’ni oluşturmalarıyla atılmıştı. Dediğim gibi, zor koşulların oluşturduğu baskılar daha etkili organizasyon biçimlerine yol açmaktadır. Naruto’daki son dünya savaşında da bu gerçekleşmiştir. Ancak bahsedilen sistem realizmi sebebiyle, yazar bunun devamını getirememiştir. Kendi çizdiği yolun gidebileceği noktaya karşı kör kalmıştır.

Kurulacak bu yeni sistem elbette savaşları tamamen durduramazdı. Bunu sağlayabilecek bir sistem yok. Hatta yukarıdaki haritadan görüleceği üzere, gördüğümüz uluslar Naruto dünyasının tamamı bile değil. Ancak böyle bir değişiklik, ölümleri, var olan sisteme göre oldukça azaltırdı. Naruto’nun yapabileceği en büyük şey de zaten buydu: medeniyetin sistemsel gelişimini bir sonraki aşamaya taşımak.

Bunun küçük bir versiyonu, 2. Dünya Savaşı sonrasında bizim dünyamızda gerçekleşti. Savaş biter bitmez, 1945 senesinde, büyük devletler arasındaki savaşları önlemek amacıyla Birleşmiş Milletler kuruldu. Yine aynı sebeple, uluslararası ilişkiler sıkılaştırıldı ve uluslararası yasalar oluşturuldu. 1993 senesinde, Avrupa ülkelerinin bağlarını ve birlikteliğini arttırmak için Avrupa Birliği kuruldu. Yani, uluslararası bir şekilde büyümek ve tekilleşmek, zaten dünyamızda olan bir şey. Uluslar, geçmişe kıyasla çok daha bağlantılı bir yapıdalar. Hatta çok yakın bir dönemde, internetin yaygınlaşması sayesinde bu bağlar daha da kuvvetlendi.
Sözün özü, Naruto, bizim dünyamızın sorunlarını iyi analiz etti fakat bilinçaltı önyargılardan kurtulamadığı için bu soruları cevaplayamadı. Oysa okuyucu olarak, bizler, bu önyargıların dışına çıkabildiğimizde, serinin gitmiş olması gereken yol çok daha bariz hale geliyor. Seri kendi sorularına yanıtlar verememiş olabilir fakat biz bu sorgulamaları takip eder ve öğrenmeyi sürdürürsek, onlara kendi cevaplarımızı bulabiliyoruz. Bunların ne olduğu değişebilir fakat öğrenmeyi sürdürdüğümüz sürece, eninde sonunda, ortaya bir şeyler çıkacaktır.
İlk Yorumu Siz Yapın