Gotik edebiyatın, garip kurgunun ve kozmik korkunun önde gelen isimlerinden Thomas Ligotti, The Mystics of Muelenburg veya Türkçeye çevrilirse Muelenburg Mistikleri kısa hikayesinde, felsefi açıdan oldukça yoğun bir anlatı sunuyor.
[Bu yazı, yazarın kendi sitesinde de yayımlanmıştır.]On sayfalık bu kısa öykünün büyük kısmında, baş karakterimiz kendisine usta olarak belirlediği ve ölülerle iletişim kurabildiğini iddia eden Klaus Klingman ile konuşuyor. Sürekli olarak içen, hayattan elini eteğini çekmiş bu garip “usta”, tarih boyunca başka isimlerle de bilinmiş: Necromancer Nemo, Magus Marlowe ve Usta Marinetti. Gerçekliğin doğasına dair konuşurlarken Klingman şu lafları sarfediyor.
“Irkın en kötü korkusu—evet, dünyanın aniden anlamsız bir kabusa, şeylerin korkunç bir çözülüşüne dönüşmesi. Hiçbir şey mukayese edemez, yok oluş bile tatlı bir rüyadır. Sebebini, elbette, anlıyorsun. Neden bu hususi tehdit. Bu kara düşüncelere dalmış tinler, her yerdeki bütün meşgul zihinler. Onları siyahlıkta vızıldaşan sinekler gibi duyuyorum. Onları kör edici güneşin altında uçuşan ateş böcekleri gibi görüyorum. Mücadele ediyorlar, her bir saniye göğü üstlerinde, güneşi gökte, ölüleri toprakta—her şeyi, sözün gelişi, ait olduğu yerde tutmaya çalışıyorlar. Ne büyük bir taahhüt! Ne ezici bir vazife! Hiç de şaşırtıcı mı, evrensel bir zaaf tarafından baştan çıkarılmaya çalışılmaları, zihnin kara bir sokağında yumuşak bir sesin birine ve hepsine şunu demesi: ‘Yükünü bırak.’ Ardından düşünceler sürüklenmeye başlar, mistik bir manyetizm onları şu veya bu yöne çeker, yüzler değişmeye başlar, gölgeler konuşur. Ve er ya da geç gökyüzü çöker, mum gibi eriyerek. Fakat bildiğin gibi, her şey henüz kaybedilmedi: mutlak dehşet bu kadere karşı güvenilirliğini kanıtladı. Hiç de şaşırtıcı mı, bu varlıkların mücadeleyi bedeli ne olursa olsun sürdürmesi?”
Yukarı sunduğum çevirim, ana metnin bir gölgesi gibi. Ligotti’nin hikayeleri ana dilinde, İngilizcede, çok daha etkileyici. Lakin demek istenileni yine de aktarabiliyor. Hikayenin geri kalanı, yukarıdaki metinle uyumlu bir şekilde, gerçekliğin çözülmesini içeriyor. Klingman’ın anlattığına göre, Muelenburg sakinleri bir gün kendilerini gittikçe dehşetin içine çekilen, sadece kabuslarda görülebilecek imgeler ve olaylar içinde buluyor. Her yeri saran bir sis şehri kaplıyor ve ne gece ne de gündüz varlığını belirtebiliyor. Gri bir alacakaranlık içerisinde, içinde yaşadıkları kasaba ve hatta insanların kendisi şer bir imgeye dönüşüyor. Şehir sakinleri, bu kabusun içinde kısılıp kalıyor.
Zapffe ve The Last Messiah

Ligotti’nin hayata yaklaşımını ve mutlak pesimizmini bilen birisi için, bu hikayenin ve özellikle aktardığım sözlerin esin kaynağını görmek oldukça kolay. Ligotti’nin görüşünü anlamak için, 20. yüzyıl pesimisti Peter Wessel Zapffe’e bakmamız gerekiyor. Zira Ligotti, The Conspiracy Against the Human Race kitabında, pesimist felsefesinin büyük oranda Zapffe’in fikirleri üstüne kurulduğunu belirtmiştir.
Zapffe’e göre, insan bilinç kazandığı andan itibaren bir dehşet içinde olmuştur. Zapffe’in The Last Messiah isimli denemesinin açılışını aktaracak olursam.
“Uzun zaman önce geçip gitmiş zamanlarda, bir gece, adam uyandı ve kendisini gördü.
Kozmosun altında çıplak olduğunu, kendi bedeninde evsiz olduğunu gördü. Sınayan düşüncesi önünde her şey çözüldü gitti, mucize üstüne mucize, dehşet üstüne dehşet zihninde serildi.
Ardından kadın da uyandı ve gidip avlanma zamanı olduğunu söyledi. Adam yayını ve okunu, ruh ve elin evliliğinin bir meyvesini, aldı ve yıldızların altına çıktı. Ancak hayvanlar beklediği gibi su birikintisine vardığında, kanında artık kaplanın sıçrayışını değil fakat yaşayan her şey arasındaki ızdırap kardeşliği hakkındaki bir ilahi şarkıyı hissetti.
O gün av ile geri dönmedi ve ertesi gün onu bulduklarında, su birikintisinin yanında ölü olarak yatıyordu.”
Zapffe’e göre, bilinç, insanı büyük bir paradoksun içine atmıştır. Evrim yoluyla kazandığımız bilinç sonucunda, insan kendisinin içine atılmış olduğu dehşetengiz koşulları fark etmiştir. Acı her yerdedir, ölüm her yerdedir. Bu katliam ve acı düzeni her yere uzanmakta, her şeyi kaplamaktadır. Bu yüzden, yukarıdaki metindeki varsayımsal senaryoda, bilinç kazanan insan kendisini öldürmüştür. Ancak Zapffe burada kalmıyor ve düşüncesini daha da detaylandırıyor. Ölüm de bir çare değildir, diyor.
“Lakin eli kulağında olan ölüm karşısında dikildiğinde, onun da doğasını ve gelmekte olan adımın kozmik önemini kavrar. Yaratıcı hayal gücü, ölüm perdesinin ötesinde yeni, korku dolu özellikler oluşturur ve orada bile bir sığınak bulunmadığını görür. Ve şimdi biyolojikokozmik şartlarının farkına varabilir: isimsiz olasılıklara düşmesi için tutulan, evrenin çaresiz esiridir. Bu andan itibaren, amansız bir panik durumu içindedir. Böyle bir ‘kozmik panik hissiyatı’ her insan zihni için temel bir yere sahiptir.”
Başka bir deyişle, insan, içinde bulunduğu acı dolu evrenden ölüm yoluyla kaçmak istediğinde de, ölümün ötesindeki dehşeti düşünür ve ölümden de korkar. Bu da ölümün de bir çare olmadığını anlamına gelmektedir. İşte bu andan itibaren, hayatın da ölümün de dehşet dolu bir şey olduğunu fark eder ve varoluşu bir esaret olarak görür. Zapffe’e göre, insanlar bu kozmik panik hissiyatından kaçmanın yolunu bilinci sınırlayarak bulmuştur. Denemede bu noktadan itibaren bu farklı yöntemler detaylandırılıyor ama bu kısımlar yazının odağı dışında olduğu için onlara girmeyeceğim.
Kozmik Panik, Anlam ve Düzen

Ligotti, The Conspiracy Against the Human Race kitabında, Zapffe’in bilinç hakkındaki düşüncelerini kabullendiğini belirtiyor. Bu bakış açısı, Muelenburg hikayesinde temel bir rol oynuyor. Örneğin, şu kısmı ele alalım.
“Mücadele ediyorlar, her bir saniye göğü üstlerinde, güneşi gökte, ölüleri toprakta—her şeyi, sözün gelişi, ait olduğu yerde tutmaya çalışıyorlar. Ne büyük bir taahhüt! Ne ezici bir vazife!”
Burada, insan zihninin evrendeki düzeni ayakta tutmaya çalışması anlatılmaktadır. Bu durum, gerçek dünyada, insanın yaşadığı dünyaya bir anlam yüklemesi ve bir düzen atfetmesiyle olmaktadır. Örneğin, bu durum, iyi insanların ödüllendirildiği ve kötülerin cezalandırıldığı bir öteki hayata olan inanç olabilir. Her şeyin insan için yaratıldığını ve evrendeki hayatımızın bir öneme sahip olduğunu düşünmek olabilir. Bir tür kozmik karmaya inanmak olabilir. Veyahut tarihi, bir sona doğru giden bir ilerleme olarak görüp, ileride bir ütopyanın ortaya çıkacağını düşünerek, o zamana kadar olan bütün insan ızdırabını anlamlı kılmak olabilir. Sonuçta, doğal veya doğaüstü bir şekilde, eğer yaşadıklarımız daha büyük bir hikayenin bir parçasıysa ve bunun bir mutlu sonu varsa, o zaman çektiğimiz acılar buna değer olacaktır, diye düşünülür.
İşin diğer yanında, bu düzen ihtiyacı, daha gündelik bir anlama da sahiptir. İçinde yaşadığımız sosyal ve fiziki düzenin çok kuvvetli olduğunu düşünürüz. Oysa bu bir anda yok olup gidebilir. Savaşlar bunun bir örneğidir. Bu tarz şeyleri artık aşmış olduğu düşünülen Avrupa’da bile, Rusya’nın emperyalist bir işgale teşebbüs etmesi, bunun sonucu olarak tekrar süper güçlerin fiziki savaş durumuna yaklaşması veya Rusya’nın nükleer savaş yoluyla dünyayı yok etmekle tehdit etmesi buna işaret etmektedir. İşin daha kişisel boyutunda, hayatımızın bütün düzeni, tek bir ölüm, tek bir kaza, tek bir hastalık, tek bir finansal talihsizlik, tek bir kötü gün ile çökebilir.
Bunların hiçbirisi avutucu değil. Ne fiziki, ne sosyal, ne de felsefi olarak bir mutlak kesinlik veya düzen yok. Bir talihsizlik sonucu, bildiğimiz hayat tamamıyla değişebilir. Oysa insan sürekli olarak bunları düşünerek yaşayamaz. Gelecek planı yapar, emekli olacağını düşünür ve işin felsefi boyutunda, çoğu insan öldükten sonra sonsuz keramete ereceği düşüncesiyle huzur bulur. İşin daha yaygın boyutunda, insan çektiklerinin bir anlamı olmasını ister. Ligotti’ye göre, bütün bunlar bilinci azaltma yoludur. Böylelikle, şu soruları sorar: peki ya bir düzen yoksa? Ya acı çekmemizin hiçbir anlamlı sebebi yoksa ve sadece şanssız olduğumuz için kötü şeyler yaşıyorsak? Ya ölümün gerçekten hiçbir anlamı yoksa? Hiçbir büyük plan vs. olmadan, sadece yok olup gidiyorsak? O zaman evren çok daha kaotik, çok daha acımasız, çok daha anlamsız görünmez miydi?
Bütün bunlar, hikaye içerisinde, çok daha direkt ama bir o kadar da edebi bir şekilde işleniyor. Örneğin, gerçekliği düzen içinde tutma çabasında yetersiz kalan Muelenburg sakinleri, şehirlerini değişmiş olarak buluyor. Gölgelerde garip şeyler ortaya çıkıyor, sisli havanın içinde bir şeyler uçuşuyor, bir zamanlar normal olan bir kuyu artık dipsiz ve şer bir karanlığa dönüşüyor, hatta insanların bile yüzü bu şer değişimden payını alıyor. Fizikie olarak deforme oluyorlar.
Peki Muelenburg sakinlerinin hikayesi nasıl sona eriyor? Bir noktada şehir tamamen karanlığa, ölümün karanlığına, gömülüyor ve kasaba sakinleri “uyanıyor”. Hiçbirisi olan biten hakkında hiçbir şey hatırlamıyor. Bu da hikayenin en can alıcı noktasını oluşturuyor. Baş karakterimiz, şehir sakinlerinin hiçbir şey hatırlamamasına oldukça içerliyor.
“Hiçbir şey mi?” diye denileni yankıladım.
“Elbette,” diye yanıtladı, Klingman. “Bütün o feci hatıralar siyahlığın içinde geride bırakıldı. Onları geri getirmeye nasıl katlanabilirlerdi?”
Muelenburg sakinleri, gerçekliği olduğu gibi görmeye katlanamıyor ve bildiğimiz dünyaya dönerken, gerçekliğe dair hatıralarını ölümün diyarında geride bırakıyorlar. Zapffe’in bahsettiği bilinci sınırlama, böylelikle, hikayede kendisini gösteriyor. Hiçbir Muelenburg sakini içinde yaşadığı gerçekliğin korkuçluğuna katlanamıyor.
Elbette, bunun istisnaları var. Klingman bir istisna. Başka bir istisna ise baş karakterimiz. Zira bu hikayeden sonra Klingman’dan şüphe ediyor. Klingman, açıklama olarak, Muelenburg sakinleri öldükten ve ölüler diyarına döndükten sonra, onlarla konuşarak bu olaylardan haberdar olduğunu söylüyor. Ancak baş karakterimiz buna inanmıyor. Malesef, çok geçmeden, bu inkarının bedelini ödüyor. Klingman’ın “doğaüstü” güçleri sonucu, içinde yaşadığı kasaba, benzer bir olay yaşıyor ve olayın sonunda, yine, insanlar gördükleri her şeyi unutuyor. Kendisi hariç.
Yukarıdaki paragrafta doğaüstü kelimesini özellikle belirttim çünkü hikaye içerisinde, Muelenburg sakinlerinin veya baş karakterimizin gördüğü şey doğaüstü bir şey değil, doğanın ta kendisi. Bu mantığa göre, biz insanlar zihnimizde anlam ve düzen yaratarak, doğanın üstüne bir tabaka çekiyor ve onu reddediyoruz. Çünkü onun dehşetine, onun korkunçluğuna katlanamayız. Kimi sıradışı anlarda, insanlar bu perdenin ötesine bakıp gerçekliği görebiliyor. Bunun sebebi olarak Klingman “zayıflık” diyor ama orijinal metindeki kelime, yani “vice”, “kötülük” olarak da çevrilebilir. Bu kelime, belli bir bağlamda kötülük anlamına gelebildiği gibi, insanı kötü yola çeken zayıflıkları kastetmek için de kullanılır. Hikayedeki kullanımının bu yönde olduğu kanısındayım. Böylelikle, burada, Zapffe’in düşüncesiyle diğer bir paralellik görüyoruz. Zapffe’e göre kimi insanlar bu illüzyonun ötesine göz atabilmektedir. Ona göre bu “ruhun hasta olması değil, onun korumasının başarısız olmasıdır.” Yani gerçekliği göstermiş olsa bile, bir tür zayıflıktır.
Durum böyle olsa da, Ligotti’ye göre, insanların büyük kısmı yine bu illüzyona geri dönüyor. Bu noktada, yarattığımız bütün değer ve anlam sistemleri, kitlesel bir sanrıdan başka bir şey olmuyor.
Bütün bunlar ışığında, Klingman’ın hikaye başında ettiği şu laf anlam kazanıyor.
“Fakat bildiğin gibi, her şey henüz kaybedilmedi: mutlak dehşet bu kadere karşı güvenilirliğini kanıtladı. Hiç de şaşırtıcı mı, bu varlıkların mücadeleyi bedeli ne olursa olsun sürdürmesi?”
Bu mutlak dehşet, yani başka bir deyişle kozmik panik hissiyatı, insanın gerçeklikten kaçmasını sağlıyor. İnsanın içinde yaşadığı anlamlı ve düzenli gerçekliği inşa ediyor. Böylelikle, dehşet bizim kurtarıcımız oluyor.
Son
Özetleyecek olursak, hikaye ve Zapffe’in pesimist felsefesi arasındaki ortaklıklar şöyle:
- İnsanların büyük çoğunluğunun içinde yaşadığı gerçeklik sahte. Sadece bir illüzyon. Asıl gerçeklik korkunç bir şey.
- İnsanlık bu gerçeklikten kaçmak için zihninde anlamlı ve düzenli bir gerçeklik inşa etmiş.
- Kimi zaman, insandaki bir “zayıflık” bu illüzyonun yok olmasına yol açıyor.
- Gerçekliğe uyanan insan kendisini bir kozmik panik halinde buluyor.
- Bu kozmik panik halinden kaçmanın yegane yolu, insanın evrene dair farkındalığını azaltması oluyor.
Bu hikaye, edebiyatın felsefi düşünceleri kuvvetli bir şekilde aktarabilmesi veya felsefenin edebiyata esin kaynağı olmasını gösterebilmesi açısından oldukça ilgi çekicidir. Zapffe’in pesimist felsefesi, Muelenburg’ün hikayesinde hayat buluyor. Bunun yanısıra, bu hikaye, kozmik korkunun neden çekici olduğunu bir kez daha hatırlatıyor. Evrendeki yerimizi, varoluşumuzun doğasını ve gerçekliğin yapısını edebi metaforlarla sorgulayarak ve kendi karanlık dokunuşunu katarak, oldukça ilgi çekici bir anlatıya ev sahipliği yapıyor.
Bunu ekonomiye uyarlayabiliriz. ABD karşılığı olmayan fed tahvillerini satın alıyor. FED para basıyor ancak karşılığında ABD fede tahvil borçlanıyor. Olmayan paranın karşılığında reel banknot basılıyor. İşin daha enteresan tarafı piyasada dolaşan para gerçek banknotların 100 lerce katı. Yani bir tane reel para mevcutken 99 tane sanal (bankada mevduatlarda bulunan) dolar bulunmakta. Abd bir ekonomi düzeni tahsis etti. Bu düzen içerisinde herkes bu ekonomiye güvenmekte. Halk karşılığı olmayan hayali bir ekonomiye güven duymakta. Eğer ki insanlar veyahut ülkeler doların karşılığı yok diyerek dolarlarını ellerinden çıkarırsa bütün dünya büyük buhranın en az 100 misli bir krize girer ki afaki olarak bir ekmeğin 100-200 lira olduğunu varsayıp krizin büyüklüğünü anlayabilelim.
Şimdi gelelim Zappfenin pesimist felsefesinden çıkan sonuçlara
İnsanların büyük çoğunluğunun içinde yaşadığı gerçeklik sahte. Sadece bir illüzyon. Asıl gerçeklik korkunç bir şey. Ekonomi gerçekleri sahte asıl gerçeklik büyük buhranın tekerrürü
İnsanlık bu gerçeklikten kaçmak için zihninde anlamlı ve düzenli bir gerçeklik inşa etmiş. Bu sahte ekonomiye öyle körü körüne bağlı ki insanoğlu kendi gerçekliğini yaratmış.
Kimi zaman insandaki bir zayıflık ilüzyonun yok olmasına yol açıyor.
Gerçekliğe uyanan insan kendini kozmik panik halinde buluyor. Çok değil gelecek ilk büyük krizde herkes uyanır ve korku ile dehşete kapılır. Herkes gerçekliğe uyanır. Bir de bakar ki kasabalara şehirlere sis çökmüş
Kaçmanın yegane yolu deliliğe vurmak olacaktır.
Bu sadece ekonomi için değil bir çok alan için geçerli. İnsanların kurduğu dinlerin sağladığı sahte düzen. Ülkelerin herkesin hukuk karşısında eşit olduğu masalı bazılarının daha eşit olduğu yadsınamaz bir gerçekken. Vs….
Yorum için teşekkürler. Bu açıdan düşünmemiştim ama bu mantığı ekonomiye uyarlama fikri oldukça ilginç, özellikle ekonominin çalışma mantığının önemli bir oranda insanların onun nasıl çalıştığına dair inançlarından etkilendiği düşünülürse. Baudrillard’çı bir sanallığın yer yer gerçeğin yerine geçerek onun parçası haline gelmesi ve artık gerçekten ayırt edilememesi de var. Ekonomi konusunda çok iddialı konuşmak istemiyorum ama insanların bir hissenin artacağına veya düşeceğine inanıp ona göre hareket etmesi ve bunun, yanlış bir bilgiye veya yoruma dayanarak oluşturulmuş bir karar olabilse de, kendini gerçekleştiren kehanete dönüşmesi ilgimi çeken bir şey olmuştur.
Açıkçası şahısı ilk defa senin anlatımınla öğrendim. Şu an yüksek lisans başvuru süreci ve mülakat için çalışma yapıyorum. Ancak yaz gelince thommas ligottinin yazdığı bir kaç kitap alıp okumak isterim. Yazarın bakış açısını beğendim.
Nedense Ligotti bizim ülkede pek bilinmiyor. Çok fazla yazısı olmasına rağmen, Can Yayınları’ndan çıkmış bir tane kitabı var bildiğim kadarıyla.
Mülakat ve başvuru için başarılar.
Teşekkür ederim