Joker (2019) çıktığında oldukça ses getirmiş bir film. Uzun süredir ilk kez bir çizgi roman karakterinden bu kadar farklı bir iş çıktı. Bu ve başka sebepler dolayısıyla, oldukça gişe yaptı ve sevildi. Elbette, sorunsuz değil ve eleştirilecek yanları var fakat bu yazıda odaklanacağım şey bunlar olmayacak. Bunun yerine, Joker’in sosyal temalarını şiddet ve ekonomi açısından inceleyeceğim ve sosyal medya hakkında odaklı bir yorum yapacağım.
[Bu yazı, filmin tamamından spoiler içermektedir.] [Bu yazı, yazarın kendi sitesinde de yayımlanmıştır.]Acımasız İnsanlar
Joker’in temelinde birkaç tema var ve bunlardan birisi, insanların acımasızca davrandığıdır. Pisliğin içine savrulmuş ve sosyoekonomik eşitsizliğin elinde çürümekte olan Gotham’da, Arthur’un kullanacağı bir ifadeyle, kimse artık nazik değil. Örneğin, filmin açılışında, bir grup genç, sebepsiz bir şekilde, Arthur’u dövüyor. Arthur’un çalışma arkadaşı, onun mental hastalıkları olduğunu bilmesine rağmen, ona sırf kâr için silah satıyor ve başı belaya girince bunu reddediyor. Otobüste eğlendirdiği çocuğun annesi bile, durduk yerde Arthur’u azarlıyor. Yani, film boyunca, bu acımasızlığın ve kabalığın Arthur’un hayatına yansımalarını görüyoruz.
İşin diğer yanında, mali durumu iyi olan “canavarlar” da var. Wayne adına çalışan üç tane hali vakti yerinde adam, metroda bir kadını taciz ediyor ve ardından Arthur’u topluca dövüyorlar. Onlar öldürüldükten sonra, başka bir zengin, Thomas Wayne, şunu diyor.
“Ne tür bir korkak bu kadar soğukkanlı bir şey yapar? Bir maskenin arkasına saklanan birisi. Kendinden daha talihlileri kıskanan ama kendi yüzünü göstermeye korkan biri. Ve bu tür insanlar daha iyiye doğru değişene kadar, hayatımızdan bir şey inşa etmiş olan bizler, bunu yapmayanlara hiçbir zaman palyaçodan başka bir şey gözüyle bakmayacağız.”
İçinde bulunduğu şehirdeki dar gelirlilere, gelir ve servet eşitsizliğine bir an olsun empati ve anlayışla yaklaşmayan Wayne, sırf üç tane orta-üst gelir grubundan kişi hayatını kaybettiği için, bir anda aslan kesiliyor. Arthur gibilerinin başına her gün benzer şeyler gelirken ve üst kesimden hiç kimse bunu umursamazken, şiddetin odağı toplumun üst kesimi olunca, bir anda akan sular duruyor. Bununla da bitmiyor, Wayne, alt gelir grubundaki insanları suçluyor. İlk olarak, açıkça, onlara palyaço diyor. İkinci olarak, bunu sırf kıskançlığa bağlıyor. Üçüncü olarak, biraz daha üstü kapalı bir şekilde, onların bulundukları ekonomik durumdan kurtulamamış olmasını “kendilerinden bir şey inşa etmemelerine” bağlıyor. Bu durum, kapitalist ideolojide sıkça rastlanan bir şeydir. Kapitalizmin adil olduğu kabul edilir ve yoksul kalan herkes için “suç kendisinin” denir. Bu anlatıyla çelişen hiçbir şey göz önüne alınmaz. Örneğin, bir kişinin ebeveynlerinin mali durumu onun gelecekte ev sahibi olup olmayacağını veya o kişinin üniversiteye gidip gitmeyeceğini, ergenlik hamileliği yaşayıp yaşamayacağını, daha fazla para kazanıp kazanmayacağını etkilese de, bu ideolojik yaklaşım bunu görmezden gelir.
Bunun sebebi, bu ideolik yaklaşımın, sebep-sonuç ilişkilerini çöpe atması ve bir “adil dünya hipotezini” kabul etmesidir. Bu hipotez, dünyada, insanların başına gelen şeyleri hak ettiğini öne sürer. Böylelikle, başına kötü bir şey gelen bir kişi için, bunu hak etti, denir. Bu hipotez, psikopatiyle ve onun içerdiği empati yoksunluğuyla ilişkilendirilmiştir. Başka çalışmalarda da, adil dünya hipotezinin empati azlığıyla ilişkili olduğu bulunmuştur.
Bütün bunlar, adil dünya hipotezini savunan herkes psikopattır demek değil. Veyahut bunu bir konuda savunan bir kişi, zorunlu olarak, genel bir şekilde daha az empati gösteriyor demek de değil. Sonuçta, insanlar farklı olaylara farklı şekillerde yaklaşabiliyor. Lakin, bunlardan çıkarabileceğimiz sonuç, adil dünya hipotezinin, ele alınan konu için, kurbanlara daha az empatiyle yaklaşmayla bağlantılı olduğudur. Elimizdeki bağlama uygularsak, kapitalizmin adil olduğunu kabul etmek ve onun kurbanı olan kişileri kendi şanssızlıkları için suçlamak, kurbanlarla empati yapmamaktır.
Thomas Wayne’in yaklaşımı da, tam olarak böyle bir yaklaşım. Yoksul olanları, toplumun üst kesimi tarafından sömürülenleri, sistem tarafından terk edilenleri, yani kurbanları, başlarına gelen şey için suçluyor. Örneğin, sefalet içinde yaşayan Arthur, sosyal destek sisteminin kesilmesiyle ilaç alamamaya başlamasının sonucu olarak bir girdaba düşüyor ve Joker’e dönüşüyor. Oysa Wayne gibi birisi, bu tarz bir olasılığı göz önüne almayı bile reddediyor. Bu acımasızlığına rağmen, kendisini, şehirdeki herkesin iyiliğini düşünen birisiymiş gibi sunmaya çalışmayı da ihmal etmiyor. Hatta bu sebeple, dar gelirli kesimi kastederek, farkında olmasalar bile onların tek umudu olduğunu söylüyor.
Böylelikle, Joker dünyasında iki tip acımasızlık görüyoruz. Bir tanesi, çürümekte olan bir sistemde hapsolmuş olan alt kesim insanların acımasızlaşması ve agresifleşmesi. Diğeri, bu sistemin kaymağını yiyen üst kesimin, sistem tarafından sömürülenlere karşı acımasızlığı ve küçümsemesi.
Sosyal Medya
Gelgelelim sosyal medyaya. Çağımızın en öne çıkan özelliklerinden birisi olan sosyal medya, insanların yaşadığı gerçekliği temel bir noktada değiştirdi. Elbette, yalanı, kandırmayı, manipülasyonu veya kitlesel sosyal saldırıları icat etmedi. Benzer şekilde, popülizmi ve ucuz söylemleri de o bulmadı. Ancak bunların etkilerini kesinlikle bir noktada değiştirdi ve belki de arttırdı.
Sosyal medyada, topluma açık bir alanda, herhangi bir iyi niyetli tartışma neredeyse mümkün değil. Söyledikleriniz başka yerlere çekiliyor, dediğiniz en kötü ışıkta yargılanıyor, şahsınız saldırıya uğruyor ve genellikle, popülist, basit, yargılayıcı açıklamalar tutuyor. Nüanslı bir açıklama yapabilir, biraz etraflı düşünmeye çalışabilirsiniz. Lakin bir kişi gelip sizi bir şeyle itham edip, basit bir yafta yapıştırınca, argümanınızın hiçbir önemi kalmıyor. Kitleler size karşı konumlanıyor.
Bu sitelerden her gün popülist bir akım ve söylem fışkırıyor. Düzgün entelektüel tutumlar ve yaklaşımlar bir kenara atılırken, insanların dürtüsel yanlarına hitap eden basit açıklamalar ortamı domine ediyor. Alakalı olarak, Twitter’da yapılan bir araştırmaya göre, çoğu kişi zaten paylaştıkları şeyin sadece başlığını okuyup geçiyor. Yani okumadan tepki veriyorlar.
Belki de sosyal medyadaki tutumları en iyi açıklayan kelime bu: tepkisellik. Bir şeyleri düşünmeye, işlemeye, onları düzgün bir şekilde ele almaya vakit olmadan, insanlar tepki veriyor. Sürekli olarak gündem değişiyor ve insan kendini yeni bir şeye tepki verirken buluyor. Öte yandan, bir şekilde, gündem hiçbir zaman değişmiyor. Sürekli olarak, sinirlenecek yeni bir şey, kendisine karşı haykırılacak -büyük veya küçük- yeni bir adaletsizlik çıkıyor.
İlginç bir şekilde, insanın tepkisini çeken siyasi gelişmeler yetmiyormuş gibi, insanlar bir de internetteki rastgele kişilerin kötü veya kötü olarak algılanan paylaşımlarını buluyor. Rastgele bir yerde atılmış, birkaç beğeni almış saçma bir fikir, bir anda milyonlarca kişi tarafından öfkeyle paylaşılabiliyor. Bu noktada, çok az kişi, “Niye böyle bir şeye bu kadar duygusal yatırım yapıyorum?” diye soruyor. Örneğin, bu rastgele yorumu bu kadar yargılamak bir şeye çare oluyor mu? Yapıcı bir tartışma yaşanmasını sağlıyor mu? Bu konuda doğru düzgün bir şey yapılabilir mi? Bu soruların cevabı “hayır” olsa da, insanlar yaptıklarının pek üstünde durmuyor ve öfkeyle hareket ediyor. Bunların siyasi içerikler olmasına da gerek yok. Örneğin, dünyanın herhangi bir yerindeki bir sürücünün yaptığı saçma bir hareket, bu şekilde milyonlarca kez paylaşılabiliyor.
Dünyada bu kadar büyük adaletsizlikler ve sistemsel sorunlar varken, rastgele saçmalık örneklerine odaklanmak ve bunlara teker teker duygusal yatırım yaparak sinirlenmek, gerçekten, çok garip bir davranış biçimi. Buna rağmen, öfke, sosyal medyanın temel taşlarından birisi. Bunu daha iyi anlamak için, birkaç araştırmaya bakalım.
Çin’de Twitter benzeri bir platform olan Sino Weibo’da yapılan bir çalışma, dört kategoriye uyan paylaşımların yayılımını inceliyor: öfke, neşe, üzüntü ve tiksinme. Bunlar arasından, öfkenin en hızlı yayılan duygu olduğunu buluyor.
Twitter üstünden yapılan başka bir çalışmada, “ahlaki öfke” ifade eden paylaşımlar pozitif geri dönüş aldığı için, kişilerin bu tarz paylaşımları yapmaya yönlendiği bulunuyor. Yani, insanlar bir konudaki ahlaki öfkelerini ifade edip, bunun daha çok etkileşim aldığını görüyor ve bu tarz paylaşımlarını arttırıyor. Başka bir deyişle, öfke içeren paylaşımlar yapmaya teşvik ediliyorlar.
Bununla beraber, öfke, işin tek boyutu değil. Örneğin, oldukça dikkat çekmiş diğer bir çalışma, pozitif duyguların negatif duygulardan daha kolay viral olduğunu gösteriyor. Ancak iki duygu tipinde de, yüksek uyarılma yaratan pozitif (örn. huşu) veya negatif (örn. öfke veya gerginlik) paylaşımlar, daha kolay viral oluyor. Örneğin, negatif duygularda, öfke yaratan bir paylaşım, üzüntü yaratan bir paylaşımdan daha fazla viral olma şansına sahip.
İlk sunduğum çalışma ve bu çalışmanın sonuçları birbiriyle çakışıyor gibi görünüyor. İşin aslı, zaman içinde, başka çalışmalarla beraber daha belirgin hale gelecektir. Ancak benim bu noktada kendimce yapmak istediğim bir yorum, negatif duygular belki pozitif duygulardan daha zor viral olsa da, onların insan üstündeki yıpratıcı etkisidir. Sosyal medyada görülen pozitif şeyler hemen her zaman yüzeysel ve geçici, anlık mutluluklara yol açsa da (örn. komik bir kedi resmi), negatif şeyler, daha şiddetli bir duygusal tepkiye yol açabiliyor (örn. yoksulluktan yiyecek bulamayan birisinin röportajını görmek). Alakalı olarak, kötü şeyler, özellikle negatif duygulara karşı daha hassas kişileri daha fazla etkiliyor olmalı. Örneğin, anksiyetesi olan veya depresif bir halde bulunan kişileri. Veyahut sosyoekonomik bir krizin içinde bulunan bir ülkede yaşayan ve zengin kesimden olmayan kişileri.
İşin diğer bir yanında, bu çalışmaların siyasi paylaşımlara odaklanan bir versiyonunu gerçekleştirmek ilginç olacaktır. Siyasi paylaşımlarda öfke duygusunun çok daha baskın olacağını tahmin etmek zor değil.
Ortaklıklar
Bu açılardan bakıldığında, sosyal medyanın -özellikle siyaset gibi konularda- Gotham atmosferini andırdığı görülebilir. İnsanların vahşice birbirine saldırmak için yer aradığı bir ortamla karşı karşıyayız. Yine Gotham gibi, ekonomik ve siyasi sorunlar, bu mecrayı ele geçirmiş ve insanları büyük ihtimalle daha vahşi hale getirmiş durumda. Sosyoekonomik eşitsizlik, bir çöküş ve umutsuzluk hissiyatı, zaten var olan şiddet eğilimlerini kuvvetlendiriyor ve insanların daha da acımasız ve saldırgan olmasına yol açıyor. Her yerde düşman aranıyor, ya bendensin ya da karşıdansın zihniyeti belleniyor. Normun dışına çıkanlar cezalandırılıyor.
Bunlar demek değil ki, Gotham’da veya sosyal medyada gördüğümüz şiddetin “yegane” kaynağı sosyoekonomik sorunlardır. Ancak bunu muğlak ve sabit bir “insan doğasına” atfetmek yanlış olur. İnsanın ne kadar barışçıl veya şiddetli olacağı, içinde yaşadığı ve yetiştiği koşullara göre değişiyor. Bu sebeple, sosyoekonomik koşulların ve eşitsizliğin kötüleşmesi önemli bir etken oluyor. Ne de olsa, pek çok farklı çalışma, eşitsizlik ile şiddetin beraber arttığına (korelasyon) ve/veya eşitsizliğin şiddet artışına yol açtığına (nedensellik) değinmektedir. Aynı zamanda, bu sebepten dolayı, Joker filmi 1980lerde geçmektedir. 1980ler neoliberal politikanın, yani özgür pazar adı altında kapitalist sınıfa daha fazla özgürlükler verilmesi ve sosyal devletin küçültülmesinin, dünyada yaygınlaşmaya başladığı bir dönemdir. Neoliberal politikaların ekonomik eşitsizliği arttırdığı statükonun büyük bir parçası olan IMF tarafından bile kabul edilmiştir. Dolayısıyla, Joker, eşitsizliğin arttığı ve sosyal devletin küçüldüğü bu dönemi özellikle seçmiş bulunuyor.
İşin diğer bir yanında, popülizm sorunu var. Burada, ayrımcılığı körükleyen, dürtüselliğe hitap eden, anti-entelektüel tutumları pekiştiren, “halk” adına bir şeyler yaptığını iddia ederek kendi tahakkümünu kuran popülizmi kastediyorum. Bu tarz popülizmin en büyük olaylarından birisi, öne çıkan kişilerin kendi amaçlarını gizleyerek, sanki başka bir şeyden bahsediyormuş gibi konuşmalarıdır.
Elon Musk’ın son yaptıkları buna bir örnek. Öne sunduğu sebepler ile yaptıkları birbirini tutmasa da, milyonlarca ve milyonlarca kişi onun dediklerini benimsiyor. Örneğin, bir gün, ifade özgürlüğü kisvesi altında, nefret söylemi yapanların banını kaldırırken (örn. kadınlardan sahip olunan bir “mal” olarak bahseden ve onlara şiddeti teşvik eden malum bir manyağın banını), diğer bir gün kendi rakibi olan sitelerin linkinin paylaşılmasını banlıyor ve bir ankette istediği sonucu alamadıktan sonra mavi tike sahip olmayanların (yani Twitter’a para ödemeyenlerin) artık kendi anketlerinde oy veremeyeceğini söylüyor. Buna rağmen, yaptıklarındaki bariz çelişki bu kitle tarafından gözardı ediliyor.
Bu noktada, Gotham ve sosyal medya ayrılıyor. Thomas Wayne’in öne sunduğu popülist söylemlerin Gotham’da pek bir karşılığı olmazken, bizim dünyamızdaki popülist söylemler sosyal medyada oldukça fazla karşılık buluyor. Bu açıdan, Gotham’dan daha kötü bir durumda olduğu söylenebilir.
Karışım
Sosyal medyanın “gerçek” hayata etkisi yadsınamaz. Daha doğrusu, artık neyin “yapay” neyin “gerçek” olduğunu anlamak zorlaştı. Örneğin, günlük hayattaki konuşmaların ve sosyal medyadaki konuşmaların çok farklı olduğunu herkes fark etmiştir. Özellikle siyasi konularda, sosyal medyada çok daha yüksek bir vahşet ve cehalet belirgin. İnsanlar günlük hayatta konuştukları kişilere karşı daha anlayışlı ve saygılı davranırken, sosyal medyada tek bir laf saldırıya uğramanıza yetiyor. Bu durum, özellikle otorite ve norm karşıtı görüşler için geçerli.
Bu tutumların ne kadar “gerçek” ne kadar “yapay” olduğu nasıl ayırt edilebilir? Sosyal medyanın gündemi artık “gerçek” gündemi de belirliyor. Sosyal medyada üretilmiş bir tepki veya akım, günlük hayata etki ediyor. İşin içinde elbette manipülasyonlar olsa da, bunun illa komplo yoluyla olmasına da gerek yok. Sesi çok çıkan bir kesim, bir anda bir şeyi gündem edebiliyor, insanları tartışmanın içine çekebiliyor. Özellikle öfke duygusuna hitap eden paylaşımlar bir anda yayılıp, gündem haline gelebiliyor. Bu ve benzer sebepler dolayısıyla, Baudrillard’çı bir şekilde ifade edersek, söz konusu sosyal medya oldu mu, “gerçek” ve “yapay” ayrımının pek bir anlamı yok. Bu ikisi çoktan birbirine karıştı.
Bu açıdan, sosyal medyadaki Gotham’ın hayatımızın bir parçası haline geldiği söylenebilir. İçerdiği nefret, öfke, anti-entelektüelizm ve popülizm gerçekliğimizi belirliyor. Örneğin, sosyal medya olmasa, Trump seçilmeyebilirdi bile. Zira kendisi de sosyal medya sayesinde seçildiğini düşünüyor. Yani, sosyal medyanın, tek bir örnekten bile, dünyanın en güçlü ülkesinin ve dolayısıyla dünyanın gidişatını değiştirdiği görülebilir.
Sosyal medya, elbette, tamamen kötü bir şey değil. Nötr veya iyi amaçlar için de kullanılıyor. Örneğin, eğlence için, bilgiye ulaşım için veya bir adaletsizliğe karşı çıkmak için kullanılabiliyor. Lakin bahsettiğim davranışlar ve akımlar, aynı zamanda, hayatımızı gittikçe daha çok etkileyen ve belirleyen bu alanı, tehlikeli bir mecra da kılıyor. Sonunun nereye varacağını sadece zaman gösterecek.
Vallahi bu filmi başından beri izleyip izlememekte kararsız kaldım hocam, tavsiye midir? Belki izlersen yazı çok daha anlamlı hâle gelebilir