Hikaye yorumlamanın zorlukları nelerdir? Nesnel yorum diye bir şey var mıdır? “Yazarın ölümü” nedir?
Yakın zamanlarda, ilgiyle takip ettiğim ve hakkında pek çok şey yazdığım Shingeki no Kyojin serisi, oldukça tartışmalı bir final yaptı. Serinin sonunun ne anlama geldiği hakkındaki tartışmalar hala devam ediyor. Bütün bu tartışmalar içerisinde “Hikaye ne anlatıyor?” ve “Yazar ne anlatmaya çalıştı?” soruları önemli yer kaplıyor. Bu iki soru aynı gibi gelebilir ama aslında oldukça farklı olabiliyorlar. Bu soruları ve daha fazlasını anlamak için, edebiyat kuramına bakmak gerekiyor. Bu yüzden, bunu fırsat bilip, bir süreden beri yazmak istediğim bu yazıyı yazdım. Edebiyat kuramı ve onun hikaye yorumlamayla ilgili önemini konu alıyor. Merak etmeyin, hiçbir seriden spoiler verilmiyor.
[Bu yazı, yazarın kendi sitesinde de yayımlanmıştır.]Edebiyat Kuramı ve Anlam
Edebiyat dediğimiz şey nedir? Bu soru kuramcıları uzun süreden beri meşgul etmektedir ve farklı cevaplar vardır. Bu cevaplara girmeyeceğim. Lakin edebiyatın, bize yardımcı olacak bir özelliğinden bahsedeceğim. Edebiyat, bir noktada, sizi okuyanlara veya dinleyenlere “anlatmaya değer” bir hikaye sunmaktır. Bu yüzden bir hikayenin anlatılabilirliği önemlidir. Bununla alakalı olarak, biz okuyucular, incelemeden geçmiş ve başkalarınca okunan bir hikaye gördüğümüzde, bunun bize “anlatmaya değer” bir şey anlatacağını varsayarız. Jonathan Culler’dan alıntılayacak olursam.
“Açık olmayan veya görünüşte alakasız olan pek çok şeye, bunların bir anlama gelmediğini varsaymadan katlanabiliriz. Okuyucular, edebiyatta, dille alakalı karmaşıklıkların nihai olarak bir iletişim amacına sahip olduğunu varsayar ve konuşmacı veya yazarın… işbirliksiz bir şekilde davrandığını düşünmek yerine, etkili iletişim ilkelerini takmayan öğeleri, daha ileri bir iletişimsel amaçları olduğunu düşünerek anlamaya çalışır. ‘Edebiyat’ bize, okuma çabalarımızın ‘buna değer’ olacağını düşünmemiz için sebep veren, kurumsal bir etikettir.”
Bununla alakalı olarak, şunu da söylemiştir.
“Bir metin edebiyat olarak gösterildiğinde, genel olarak görmezden geldiğimiz ses örüntüleme veya diğer dilsel örgütlenmelere karşı hazır bulunuruz.”
Bütün bunların geldiği anlam şudur. Bir şey bize edebiyat etiketi içerisinde sunulduğunda, yazarın bize bir şey anlattığını varsayarız. Bu yüzden, yazar kimi zaman hikayesine anlaşılması zor öğeler eklese bile, bunların nihai amacının bize bir şey anlatmak olduğunu varsayarız. Yani aslında bu anlaşılması zorluk, geçici veya aşılması gereken bir şeydir. Bunun arkasında bir hikaye, bir anlam yatar. Bunu beklediğimiz için, günlük bir konuşmaya vb. şeylere vermediğimiz dikkati, edebi eserlere veririz. Anlaşılması daha zor şeyleri anlamaya hazır bir şekilde kendimizi koşullarız. Başka bir deyişle, sürekli olarak bir örüntü ararız.
Bu anlaşılması önemli bir noktadır. Hikayelerin ne anlama geldiklerini ve bağlantılarını inceleyen pek çok analiz, “Yazar gerçekten burada bunu mu kastetmiş, yoksa bu senin kendi kafanda kurduğun bir şey mi?” diye eleştirilmektedir. Bu eleştiriler belki kimi zaman haklıdır belki de değildir. Lakin bir şeyi kaçırmaktadırlar. İnsanların yoğun analizlere girmesinin sebebi, edebiyatın doğasından kaynaklanmaktadır. Bir hikaye okuyan, izleyen, hatta oynayan herkes, hikayedeki öğelerin bir manaya geldiklerini varsayar (oyun biraz daha farklı çünkü sırf oyunsal elementler de içeriyor). Normalde kullandığımızdan daha çok analitik güç kullanırız. Bir anlam, bir mana ararız. Yazarların “hile” yaptığı çokça bilindiği için, kimi zaman ilk bakışta anlamsız görünen şeylerde bile anlam ararız. Bu yüzden, bu eleştiriler bir noktada anlamsızdır çünkü edebiyat kalıbında sunulan bir şeyin “bir şey anlattığını” varsaydığımız için eleştiriliriz. Edebiyatın bütün olayı buysa, bunu yaptığımız için eleştirilmek yerinde midir? İşin diğer yanında, “anlaşılması” daha kolay olarak ele alınan hikayelerin, anlattığı söylenen şeyleri anlattığına kim karar vermektedir? Eleştiriyi yapan kişi mi? Kim bu kişiyi bir otorite belirledi?
Bu noktada, bir hikayenin ne kadar çok kişi tarafından anlaşılırsa, o kadar iyi bir anlatım yaptığı öne sürülebilir. Ancak bu, inanılmaz derecede zengin bir ortamı, aşırı derecede kısıtlı bir şekilde ele almak olacaktır. İşin absürtlüğü şu örnekle anlaşılacaktır. Eğer bu kıstası kullanırsak, 0-5 yaş arasındaki çocuklara hitap eden hikayeler en iyi anlatımı yapan hikayelerdir çünkü hemen herkesin anlayabileceği şeylerdir.
Yukarıda sorduğum sorulardan bir diğerine gelirsek, “anlaşılması” daha kolay olan hikayelerin ne manaya geldiğine kim karar vermektedir? Bu hikayelerin anlatmak istedikleri şeyin ne olduğuna nasıl karar verilir? Okuyucunun veya izleyicinin çoğunluğunun bir hikayeyi belli bir şekilde anlaması, o yorumu daha “doğru” mu yapmaktadır?
Bu noktada, yazarın niyetine bakmak gerektiğini söyleyenler olacaktır. Bunun için, gelin bir düşünsel deney yapalım. Bir yazar popüler bir hikaye yazıyor ve bu eser pek çok kişi tarafından seviliyor, belli bir şekilde yorumlanıyor. Ardından yazar çıkıyor ve “aslında hikayem onu anlatmıyor” diyor. Bu noktada kimi dinleyeceğiz? Yazarı mı, okuyucu kitlesini mi?
Yazarın Ölümü Cevap mı?
1977’de, Fransız edebiyat kuramcısı ve filozof Roland Barthes, “La mort de l’auteur” yani “Yazarın Ölümü” isimli bir deneme yayımlamıştır. Bu denemeye göre, kapitalist toplumlarda yazara aşırı derecede vurgu yapılmaktadır. Yazarın yaşadığı koşullar, kişisel hayatı, verdiği demeçler incelenerek, eserlerinin “aslında ne anlattığı” anlaşılmaya çalışılmaktadır. Barthes’a göre bu yanlış bir tutumdur ve asıl önemli olan okuyucunun edebi eserden ne anladığıdır. Bu yüzden “yazarın tiranlığı” sonlandırılmalı ve eserler, sanki yazar yokmuş gibi ele alınmalıdır. Yazdığı deneme, tarihi bir öneme sahip olsa da, bu fikir Barthes ile çıkmamıştır. Örneğin, 1946’da, başkaları tarafından yazılmış, “The Intentional Fallacy”, yani “Niyetsellik Safsatası” isimli bir makale de benzer bir şey söylemiştir.
Yazarın ölümü kavramı kimi açılardan kullanışlı bir araçtır. Yazarın etkisini azaltarak, okuyucuyu daha aktif bir konuma almakta ve onu daha aktif bir role büründürmektedir. Bunun bir örneği, J.K. Rowling’tir. Rowling’in sürekli olarak yaptığı garip eklemeleri ve yorumlarını yok saymak, pek çok hayranı rahatlatacak bir şeydir. Başka bir örnek, H.P. Lovecraft’tır. Lovecraft’ın hikayelerindeki kimi öğelerin aslında inanılmaz derecede büyük boyutta olan ırkçılığını yansıttığı söylenmiştir. Gerçekten de, hikayelerindeki kötü kültler, hemen her zaman başka etnik kökenlerden insanlardan oluşmaktadır. Bu sebeple, onun bütün hikayelerini bir ırkçılık alegorisi olarak mı ele almalıyız? Böyle bir değerlendirme yapılabilir ama bu hikayelerin sadece bundan ibaret olduğu fikrine, pek çok okur karşı çıkacaktır.
Bu yüzden, bir önceki kısmın sonunda sorduğum soruya, “Okuyucuyu dinlemeliyiz,” cevabı verilebilir. Lakin bu başka bir soruyu getirmektedir: hangi okuyucuyu? Bütün okuyucular, her metni aynı şekilde değerlendirmez. Sık sık fikir ayrılığı olur ve bu yüzden tartışmalar yaşanır. Bu noktada, en yaygın yorumu mu “doğru” kabul etmeliyiz? Lakin böyle yaparsak, oldukça ucuz bir popülizme kapılmış olmaz mıyız? En yaygın olanın en doğru olduğu fikrinin bir desteği yoktur. Tarihe şöyle bir bakmak, yaygın fikirlerin ne kadar sık yanıldıklarını göstermektedir.
Burada, üçüncü bir yol, metni tamamen kendi başına ele almaktır. Yazarın veya diğer okuyucuların ne dediği bir kenara bırakılır ve kişi kendi açısından metni yorumlar. Bu, elbette, kişi dış etmenlerden tamamen bağımsızdır anlamına gelmez. Mesela, hepimiz hikayelerde kullanılan motiflere ve trope’lara alışmışızdır. Buna örnek olarak, bir hikayede baş kötünün “asla ulaşmaması gereken bir güçten” bahsedilirse, bu kötü karakter o güce büyük ihtimalle ulaşacaktır demektir. Kahramanın yolculuğu hikayelerinde, başta sıradan görünen baş karakterin özel bir güç geliştireceğini biliriz. Bu motifleri ve trope’ları sadece bilmeyiz, onları bekleriz. Bu yüzden, hiç kimse bir hikayeyi okumaya, izlemeye, oynamaya başladığında, sıfır noktasından başlamaz. Beklentilerimizi oluşturan tarihsel bir arka plan vardır. Hatta janralar ve onlarla ilgili beklentiler bu yüzden oluşmuştur.
Kısacası, yazarın niyeti, hikayenin ne anlattığını belirlemek zorunda değildir. Tüketicilerin çoğunluğunun hikayeyi belli bir şekilde yorumlaması, onun öyle olduğu anlamına gelmez. Yapabileceğimiz şeylerden birisi, hikayeyi kendimiz yorumlamamızdır fakat bu da dış etmenlerden bağımsız değildir. Daha da temele inersek, anlam öznel bir şeydir ve doğal olarak, bir hikayenin ne anlama geldiği de öznel bir şeydir.
Peki o zaman hangi yorum haklıdır? Bu konuda, Culler -yine aynı kitapta- şunu söylüyor.
“(1) bu tarz argümanlar hiçbir zaman sonuca bağlanmaz ve (2) belli sahnelerin veya hatların kombinasyonlarının herhangi bir hipotezi desteklemesi hakkında argümanlar kurulmak zorundadır. Bir eseri herhangi bir anlama getiremezsiniz: (size) direnir, ve başkalarını sizin okumanızın uygunluğu konusunda ikna etmek zorundasınız. Bu tarz argümanlar için kilit bir soru, anlamı neyin belirlediğidir.”
Yani, her eserden her anlamı çıkaramazsınız. Spekülasyon işin doğasında olsa da, çıkardığınız anlamı kanıtlarla desteklemek zorundasınız. İkinci olarak, başkalarını sizin argümanınızın geçerliliği konusunda ikna etmek zorundasınız. Üçüncü olarak, bir hikayenin ne anlattığı mevzusu, onun ne anlama geldiğiyle alakalıdır. Lakin anlam öznel bir şeydir.
Bütün bunlar bir arada ele alındığında, hikaye yorumlamanın öznel bir şey olduğu ve tek bir haklı yorumun olmadığı görülüyor. Ancak belli sınırlar içerisinde çıkarılan anlamlar daha akla yatkın oluyor ve bu sınırları hikayenin kendisi belirliyor. Bununla beraber, şunu da göz önüne almak gerekiyor. Biz, insanlar olarak, ortak tecrübelere ve yapılara sahip olsak da, birbirinden ayrılan tecrübelere ve yapılara da sahibiz. Bu yüzden, bir metni okuyup, birbirinden tamamen farklı anlamlar da çıkarılabiliyor. Hikayenin anlamını ve anlattığı şeyi tamamen ayırmak da doğru olmaz çünkü anlam, anlatılan şeyin bir parçasıdır.
Yazarın ölümü fikrine karşıysanız, yazarın niyetini de yukarıdaki denkleme katabilirsiniz. Ben şahsen bunu kimi zaman yaptım, kimi zaman da yazarın ölümü fikrini savundum. Metine dair içgörü verdiğini düşündüğüm, metinle uyumlu olduğunu düşündüğüm anlarda bunu savundum fakat yazarın söylediklerinin metinle çeliştiğini düşündüm anlarda yazarı görmezden geldim. Sonuçta, yaratım karmaşık bir süreç. Yazarlar, sık sık, bilinçaltı fikirlerini metinlere yansıtıyorlar ama bunun farkında olmuyorlar. Hatta kimi zaman kazara bir şeyler yapıyorlar.
İşin diğer bir boyutu, metinlerin dönem koşullarına göre yorumlanmasıdır. Kültürel çalışmalar açısından yaklaşan kişiler, metinleri sosyoekonomik, siyasi ve diğer kültürel açılardan ele alarak, onları bu şekilde yorumlamaktır. Ancak bu eserin kendisini yorumlamaktan öte, eser aracılığıyla dönem koşullarını yorumlamaktır.
Son Söz
Bütün bunları, şu şekilde sıralayabiliriz.
- Bir edebi eseri tüketirken, onun bize bir şey anlattığını varsayırız. Bu yüzden hikayedeki öğeleri sürekli olarak birbirine bağlamaya, onlardan bir anlam çıkarmaya çalışırız.
- Anlam, insanın yapısına ve yaşadığı tecrübelere bağlı olarak değişmektedir.
- Bir eserin ne anlattığı, “ne anlama geldiği” kişiden kişiye değişmektedir.
- Paylaşılan insan tecrübeleri ve yapıları sayesinde, bir metinden çıkardığımız bir anlamı, eğer düzgün bir şekilde anlatırsak, başkalarına aktarabiliriz. Ancak yapısal ve tecrübesel olarak bizden çok farklı olan insanlara bunu anlatamama olasılığı da var. Böyle bir durumda, aynı hikaye, bu kişi için çok farklı bir şey anlatıyor olabilir.
- Bu anlam aktarımındaki önemli bir etken de, eserin kendisidir. Çıkardığımız anlamı ne tarz kanıtlarla desteklediğimiz de, bir yere kadar, önemlidir.
- Hikayenin anlattığı şey, zorunlu olarak yazarın anlattığı şey değildir. Hikaye kendi başına ele alınabilir ve yazarın niyeti dışında anlamlara sahip olabilir.
Sonuç olarak, edebi yorumlama yazarın niyetinden bağımsız bir şekilde yapılabilir ve metnin kendisine dayanmaktadır fakat bunun bir sınırı vardır. Metin yorumlama, kısmen nesnel, kısmen de öznel bir uğraştır. Metinden çıkan anlam veya anlatı, statik bir şey değildir. Metin ve okuyucunun etkileşimi sonucu ortaya çıkan dinamik bir şeydir (aşağıdaki şekile bakın).
Bu yüzden -ben de dahil- “bu hikaye şunu anlatıyor” diyen herkes, bir noktada, kendi fikrini sunmaktadır.
Bence bu yazı sanat yorumlama açısından güzel şeyler anlatıyor 🙂
Çok sağol 🙂
“Bütün bunlar bir arada ele alındığında, hikaye yorumlamanın öznel bir şey olduğu ve tek bir haklı yorumun olmadığı görülüyor. Ancak belli sınırlar içerisinde çıkarılan anlamlar daha akla yatkın oluyor ve bu sınırları hikayenin kendisi belirliyor. Bununla beraber, şunu da göz önüne almak gerekiyor. Biz, insanlar olarak, ortak tecrübelere ve yapılara sahip olsak da, birbirinden ayrılan tecrübelere ve yapılara da sahibiz. Bu yüzden, bir metni okuyup, birbirinden tamamen farklı anlamlar da çıkarılabiliyor.”
Yorumuna binaen
Bence yazarlar pek bir şey anlatmıyor. Senin bilgi dağarcığın fazla olduğu için sürekli yeni çıkarımlar yapıyorsun. Bu da düşünsel zeka ile alakalı
Kişinin kendi yorumunu kattığı ve bu konulara ilgim olduğu doğru olsa da, yazarları da küçümsememek gerek. Lakin dediğim gibi, neyin bilinçli olduğu tartışmalı bir konu.