Bu yazıda, Cyberpunk: Edgerunners animesi hakkında kendi açımdan konuşuyorum. Yazdıklarım kendi fikirlerimdir ve belli bir temele dayandıklarını düşünsem de, herkesin tecrübesinin bu yönde olduğunu iddia etmiyorum. Ne kadar akla yatkın olduklarının takdiri okuyucudadır. Aynı zamanda, bu yazı, seriyi her yanıyla ele alan bir inceleme değildir.
[Bu yazı, serinin tamamından spoiler içermektedir.]{Bu yazı, yazarın kendi sitesinde de yayımlanmıştır.]
İncelikten Yoksunluk
Cyberpunk: Edgerunners, basit ama ilgi çekici bir şekilde başlayan bir seri. İnsanın evindeki çamaşır makinesine bile her kullanışta para atmak zorunda kaldığı, kapitalizmin hayatın her alanında hükmünü iyice kurduğu bir dünyayla karşı karşı karşıyayız. Böyle bir detay, ilk başta, serinin ince yanları olduğu izlemine kapılmanıza yol açıyor. Lakin buna kanmamak gerekiyor çünkü serinin geri kalanında böyle detaylar bulmak pek mümkün değil. En çok yaklaşan şeyler, hikayenin başındaki noktalara paralellikler çekilmesi oluyor ama onlar bile kör göze parmak şeklinde oluyor (easter egg’leri hikayeya katkıları olan birer detay olarak saymıyorum). Örneğin, David, kendini feda edeceği bir intihar saldırısına girmeden önce, son immünbaskılayıcısını kullanıyor. Bu noktada, daha ince bir şekilde nasıl hayatını bir kenara attığını göstermek yerine, seri, David’in doktorla konuşmasına bir flashback çakıyor. Buna, hayatında yaşadığı kimi başka anlar da eşlik ediyor. Bir yandan David “Çünkü hiçbir şeyim kalmadı,” diyor. Bir anda serimleme (exposition) içinde kalıyoruz. Duygusal ve vurucu olabilecek bir sahne, bir çocuğa anlatır gibi, izleyiciye açıklanıyor. İnsanın keyifli bir şekilde daha incelikli bir anlatımın keyfini çıkarabileceği bir an yerine, açıklama olabildiğince bariz bir şekilde kişinin gözüne sokuluyor. Açıkçası, böyle anlarda, bir izleyici olarak, hikayeyi anlayabilme kabiliyetime hakaret ediliyormuş gibi hissediyorum.
David’in bu tavrını bu noktada açıklamak da yetmiyor. Aksiyon yaşanan bir sahneden sonra, Lucy ile konuşuyor ve burada da hiçbir şeyi kalmadığını tekrarlıyor. Zaten daha yeni gördüğümüz bir monologta oturtulmuş bir şey, burada tekrar önümüze sunuluyor. Burada, elbette, bir farkı var. Kendi rüyası olmadığı için Lucy’nin rüyasını gerçekleştirmek istediğini söylüyor. Lakin birkaç dakika önceki aşırı serimleme sebebiyle, açıklamanın ilk kısmı hem sahneden götürüyor hem de zaten kör göze parmak açıklanmış bir şeyin tekrarı oluyor.
Karakterizasyon Sorunları ve Anlamsız Kayıplar
Kısmen serinin kısalığı kısmen de yazımdaki yanlışlıklar sebebiyle, karakterlerin çoğuna bağlanacak pek bir vakit olmuyor. David’in annesi sadece ölmesi ve hikayeyi ilerletmesi için konulmuş bir karakter. Buna belki serinin kısalığı sebebiyle göz yumulabilse bile, Pilar’ın ölümü izleyicinin içinde pek bir duygu uyandırmıyor. Karakterin sevilebilir pek bir yanı yok, hatta kişiliğinin herhangi bir boyutu da yok. İnsanları eğlendirmek için şaklabanlık yapan, kadınları taciz eden, sıradan bir serseriden daha başka bir şey olduğu bir an görmüyoruz. Bu sebeple, Rebecca, onun ölümü dolayısıyla öfkelendiğinde, bu da insanın içinde pek bir his uyandırmıyor. “Onu sadece ben öldürebilirim,” minvalinde bir şey dese de, bunun Pilar’ın Rebecca’ya ciddi bir şiddet uygulaması sebebiyle olduğunu düşünmek için bir sebep yok. Bundan bahsediyorum çünkü eğer böyle bir yol izlenmiş olsaydı, Rebecca’ya bir karakter olarak bir katman eklenmiş olacaktı. Oysa elimizdeki hikaye, bunun basit bir “birbirini seven ama çekemeyen kardeşler” klişesi olduğunu düşündürüyor. Aksi yönde bir şey varsa, çok gizli bir ipucu saklandıysa bile, seri insana bunu aratacak şekilde merak ettirmiyor. İşin diğer yanında, Rebecca ve Pilar arasındaki sözümona bu sevgi de gösterilmiyor. Hatta bu noktada Rebecca’yı pek tanımıyoruz bile. Bu yüzden, Pilar’ın karakteri ve ölümü daha da bir anlamsız kılınıyor.
Bu noktada, şunu açıkça belirteyim: Pilar’ın ölümünü anlamsız bulmamın sebebi, kesinlikle, bunun rastgele ve hızlı bir şekilde olmuş olması değil. Hatta, Night City’nin ne kadar acımasız olduğunu ve insan hayatının pamuk ipliğine bağlı olduğunu göstermesi açısından, başka şeyler düzgün yapılsaydı, güzel olabilecek bir yazım. Buna rağmen, anlamsız bulmamın sebebi, onun karakterinin sevilmezliği ve diğer karakterlerle ilişkisinin yüzeyselliği sebebiyle, kaybının insana bir şey ifade etmemesi.
Ölümlere devam edecek olursak, Dorio, bağlanma şansı yakalanmayan başka bir karakter. Karakterinin üç boyutlu olduğunu düşündürecek bir an yaşamıyoruz. Sert görünmek, cyberpunk olmak ve Maine ile öpüşmek dışında bir şey yapmıyor. Bu yüzden, onun da ölümünün pek bir etkisi olmuyor.
Öte yandan, Maine’in ölümü, David ile bağı sebebiyle önem kazanıyor. Lakin Maine’in arka planına dair anlık bir göz atışı sadece öldüğü bölümde görmemiz, bunu kaçırılmış diğer bir fırsat yapıyor. Son anda ödeve yapılan bir ekleme gibi iğreti bir şekilde konulmak yerine, Maine’in karakter arkı daha erken bir aşamadan itibaren işlenseydi, çok daha vurucu olurdu. On bölümlük kısa bir hikayede bu kadar temel bir yazım hatası yapılması gerçekten çok şaşırtıcı.
Diğer bir önemli ölüm, Rebecca’nınki oluyor. Öfke nöbetleri ve vurdumduymaz tavrına rağmen, David’i önemseyen yaklaşımı ona bir katman eklediği ve bu bağ onu umursamamızı sağladığı için, ölümü hikaye için bir anlama sahip. Öte yandan, Rebecca’nın beden tipi için Trigger Stüdyosu’nun yaptığı “seçim” de var. Anlaşılır bir şekilde, bu durum, pek çok kişiyi karakterden soğutan bir şey.
Kiwi’nin ölümüne geldiğimizde, yine umursamamız için pek bir sebep bulamıyoruz. “Kimseye güvenme” dışında kendine ait hiçbir laf etmeyen Kiwi, bu lafının kurbanı oluyor ve öldürülüyor. Ne kadar teatral, değil mi? Elbette, Kiwi’nin karakterini önemsemek için hiçbir sebebimiz olmamasını bir yana bırakabilirsek ve bu paralelliğin yine bir serimleme diyalogla gözümüze sokulduğunu göz ardı edebilirsek. Sonuçta, kadın bunu doğrudan kendisi tane tane açıklıyor. Yine, izleyiciye çocuk muamelesi yapılıyor.
Absürtlüğün Artışı
Sondan bir önceki paragrafta, Rebecca’nın ölümünün bir anlamı olduğunu söylemiştim. Lakin bunun gibi anlar, serinin sonlarındaki başka bir durumun gölgesinde kalıyor. Serinin sonlarına doğru, “anime absürtlüğü” faktörü katlarca artıyor. Serinin ilk üçte ikisinde yine insanüstü refleksler ve kuvvet görsek de, bunlar belli bir sınır dahilinde kalırken, ekzoiskeleti almak için yaşanan savaşla beraber anime absürtlüğü faktörü katlarca artıyor. Arabalar birer lego parçası gibi sağda solda uçuşuyor, patlayıp duruyor. David ekzoiskeleti alınca, kendi başına, tam donanımlı bir bölükten daha fazla güce sahip oluyor. Seri en başından beri böyle absürt bir aksiyona sahip olsaydı, bunlar belki daha kabul edilebilir olurdu. Ancak böyle şeyler hem serinin sonunda ortaya çıkıyor hem de serinin parçası olduğu Cyberpunk evreniyle uyuşmuyor. Elbette yine abartıları olsa da, böyle bir şeye kıyasla, ayakları çok daha fazla yere basan bir evrenden bahsediyoruz. Trigger’ın klasik sonlara doğru abartı tutkusu bu yüzden oldukça sırıtıyor ve insanın immersiyonunu yok ediyor.
İşin diğer bir yanında, bir ekzoiskelet tek başına bu kadar güce sahipse, bunun neden bir robot versiyonu yapılmadı? Bu evrende teknolojinin oldukça gelişmiş olduğunu ve savaş robotları üretilebildiğini, seri içinde, görüyoruz. Eğer sorun bir insanın ekzoiskeletin gücünü kaldıramamasıysa, bir program yazıp bunu bir robota vermek veya uzaktan kumanda etmek niye birer seçenek değil? Bu kadar yüksek güce sahip bir silah için bunları düşünmemek gerçekten inanılır bir şey değil.
Ziyan Edilmiş Bir Vaat
Buraya kadar anlattıklarım işin bir yanı. Diğer yanında, serinin başında çok güzel bir vaat (premise) kuruluyor. David’in yaşadığı dünyanın ne kadar eşitsiz olduğu, kapitalizmin ne kadar her şeyi ele geçirmiş olduğu, kimi zaman bariz kimi zamansa daha ince detaylarla bize gösteriliyor. Cyberpunk’ın imzası olan “yüksek teknoloji, düşük hayat” yazımını oldukça yakından görüyoruz. David, sınıfsal ayrım sebebiyle okulda kabul edilmiyor, annesi onu iyi bir okula göndermek için kendini yırtıyor (hatta kısa bir süre kaçakçılık yaptığını da görüyoruz), cyberpsycho’lar şehirde gezinerek insanları öldürüyor, David ve annesi rastgele bir çatışmanın ortasında kalıyor. Bunun sonucunda yaralandıklarında olay alanına gelen travma ekibi sigortaları yok diye müdahale etmiyor, annesi kısa bir süre sonra ölüyor ve onu öldürenler hiçbir bedel ödemiyor. Hatta David her şeye karşı o kadar yabancılaşmış ki, annesinin öldüğü haberini aldıktan sonra bir an olsun bile ağlamıyor, ağlamaklı bile olmuyor. Yaşadığı şehrin şiddetini içselleştirdiği için, elinden gelen tek şekilde bu hüsranını ve acısını ifade ediyor: birisini döverek.
Bu da, Edgerunners’ın aslında temelinde potansiyeli olan bir hikayesi olduğunu gösteriyor. David’e baktığımızda, yaşadığı şehrin koşulları sebebiyle kendisine ve dünyaya yabancılaşmış birisinin hikayesini görüyoruz. Bunun bir sonucu olarak, kendi rüyasına bile sahip olamıyor. Etrafında değerli gördüğü insanların rüyalarını takip ediyor ve bunun sonucu olarak kendisini öldürtüyor. Sonuçta, Maine’inki bir hırs sonucu kendini yok etme hikayesiydi. Kapitalizmin insanı domine ettiği bir dünyada, kendisini her şey pahasına güçlendiren birisiydi. Flashback’ten gördüğümüz kadarıyla, hayatta ilerlemenin yolunun bu olduğunu düşünüyordu. Ne olursa olsun güçlenmek gerek, yoksa geride kalırsın. Maine’i kendi yok oluşuna götüren bu felsefe, yaşadığı dünyanın güvensizlik yaratması ve hırsı körüklemesi sonucu ortaya çıkmış bir şey.
Bu felsefe, David’in kişiliğindeki yabancılaşma ve boşluk sebebiyle, ona geçiyor ve onun da sonunu getiriyor. Kendi duygularını asla tam olarak yaşayamayan David, ne yapacağını bilemediğinden, mentoru, hatta belki baba figürü olarak gördüğü Maine’i takip ediyor. Hatta hayatının sonlarında, annesinin rüyasını bile, çarpık bir şekilde olsa da, gerçekleştiriyor.
Bütün bunlara rağmen, bu temalar yetersiz bir şekilde işleniyor. Şehrin sahip olduğu eşitsizlik ve sefalet başlarda çok fazla yer kaplasa da, bu durum hızlı bir şekilde sönüyor ve hikaye klasik bir aksiyon animesine dönüşüyor. David’in karakter arkı arka planda işlenmeye devam etse de, onun karakterine dair içgörülü bir anı nadir yaşıyoruz. Annesinin ölümünden sonra ağlamaması veya çökmeye başladığında televizyon karşısında boş boş oturması gibi istisnalar haricinde, David’in yaşadığı daha derin duyguları gösteren bir an pek olmuyor. Öte yandan, masum bir kadını öldürmesinin onda yarattığı bunalımı detaylarıyla görüyoruz.
Bu neden önemli? Şöyle ki, bir hikayede, hikaye ve okuyucu arasında bir güven bağı vardır. Hikayenin bize bir şey anlatmaya çalıştığını varsayar ve hikayedeki öğeleri bu açıdan bir anlamları olduğunu varsayarak yorumlarız. Eğer hikaye bu güven bağına saygılı bir şekilde davranırsa, diğer her şeyi sabit tutarsak, insanlar onun içinde daha çok örüntü arar. Bulunan temaları ve anlattığı şeyleri daha iyi anlar. Hatta yazarın koymadığı ama hikayeye katkısı olan örüntüler bile bulunabilir. Lakin hikaye bu güven bağını kıracak bir şekilde özensiz davranırsa, diğer her şeyi sabit tutarsak, yazarın koymadığı örüntüleri bulmak bir yana, yazarın anlattığı hikaye bile önemsiz hale gelir. Sonuçta, hikaye bir kez size saygı duymadığını göstermiştir. Örneğin, daha önce yazılan önemli bir şeyle çelişki vardır veya aşırı serimleme yapılarak sizin anlama kabiliyetinize güvenmediğini göstermiştir. Söz konusu Cyberpunk: Edgerunners olduğunda, verdiğim ikinci örnek, yüzeysel karakterler, ölümlerin birçoğunun kötü yazılışı ve serinin sonundaki absürtleşme, benim seride “derin” bir hikaye olduğuna inanmamı önlüyor. Belki şöyle anlatırsam daha iyi anlaşılır: hikaye, diğer her konuda incelikten yoksun ve yoğunlukla yüzeysel bir şekilde davranırken, neden David’e dair daha derin bir yazıma sahip olduğuna inanayım? Söz konusu David olduğunda işler farklı mı? Bunu düşünmek için de bir sebep yok. Sonuçta, David’in masum öldürme bunalımı gibi bir şey, yine, bariz bir şekilde işleniyor. Başka bir deyişle, hikayenin daha derin bir örüntüsü olduğunu düşünmek için bir sebep yok. Anlam arama isteği hikaye tarafından kırılmış, yazar ve hikaye insanın güvenine ihanet etmiş.
Yukarıdaki paragrafta, genellikle, yazar yerine hikaye dedim çünkü yazarın niyeti olmadan da hikayelerin anlatacağı bir şey olduğuna inanıyorum. Lakin, elbette, yazarın bu konuda temel bir rolü var.
Son
Sözün özü, cyberpunk janrasının yazımsal açıdan ilginç özellikleri başta merak uyandıran bir şekilde sunulsa da, kısa bir süre içerisinde bu terk ediliyor. Klasik bir aksiyon animesi hikayesi takip ediliyor ve üç boyutlu karakterlerin nadir olduğu, incelikten yoksun, bol bol serimlemenin olduğu bir hikaye görüyoruz. Serinin sonuna doğru anime absürtlüğü faktörünün artması, hikayenin inanılırlığını daha da sorunlu kılıyor. Daha derin bir hikaye amaçlanmış olsa bile hem bu kötü işleniyor hem insanın güveni kırıldığı için böyle bir şeye inanası gelmiyor. Söz konusu hikaye anlatımı oldu mu inanç her şeyin temelinde yattığı için de, bonkör davranarak böyle bir şey amaçlanmış desem bile, bunda başarısız olunuyor.
Bu sebeplerden dolayı, hikaye açısından, Cyberpunk: Edgerunners’ı piyasadaki bilimum animeden daha farklı görmüyorum. Kimi diğer özellikleri (örn. animasyon, pacing, müzikler) açısından iyi olsa ve Netflix’in binge watching formülünü takip ederek kendisini o anda izletse bile, benim için, izledikten sonra ağzımda kötü bir tat bıraktı ve takip etmeye değer bir hikaye görmüş olduğumu hissetirmedi.
Kapitalizmin kötü yanları üstüne odaklanan bir janrayı adepte etmiş bir hikayenin bu kadar ruhsuz ve garantici bir hikayeye sahip olmasıysa, ayrı bir ironi. Lakin, elbette, şaşırtıcı değil.
Cyberpunk: Edgerunners tam bir hızlı tüketim animesi. Nasıl ki siberpunk, “Yüksek teknoloji, düşük yaşam.” denilerek özetleniyorsa bu animede “Yüksek görsellik, düşük hikaye.” denilerek özetlenebilir.